21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde “Yeni Türkiye”nin Kısa Bir Panoraması!

21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde “Yeni Türkiye”nin Kısa Bir Panoraması!

“Sadece sermayenin el değiştirmesi yaşanmadı. Aynı zamanda çalışma yaşamını doğrudan ilgilendiren hukuksal çerçeve de emperyalist sermayenin ve onun Türkiye pazarındaki aracısı komprador kapitalistlerin çıkar ve talepleri doğrultusunda değiştirildi.”

31 Mart 2025

Türkiye’nin bugününü anlamak için son çeyrek asırlık tarihine bakmak gerekir. 21. yy’ın ilk çeyreği Türkiye tarihi, burjuva tarih yazımı açısından Adalet ve Kalkınma Parti’li (AKP) yıllar olarak anılacak olsa da sınıf mücadelesi tarihi açısından yaşanan sürecin sadece AKP ile sınırlı olmadığı gerçektir. Dahası Türkiye toplumunun son çeyrek asırlık sürecini, burjuvazi ve sınıfsal çıkarlarının sözcüsü olan AKP’yi de aşan bir süreç içinde değerlendirmek gerekir.

MLM’ler açısından devlet denilen örgütlenmenin, “bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aygıtı” olduğu gerçeği bilindiğinden, “AKP’li yıllar olarak” tanımlanan tarihsel sürecin, sadece AKP’den ibaret olmadığı; TC rejiminin kuruluşundan itibaren sözde bağımsız gerçekte ise emperyalist sermayeye bağımlı olduğu, devlet aygıtının, emperyalist kapitalist sistem içinde, uluslararası emperyalist tekellerin hammadde talanı ve artı değer sömürüsünde “aracılık” işlevi görmesi gibi gerçeklerin bu toplumsal formasyonun şekillenmesinde rolü olduğunu ifade etmek gerekir.

Aralarında Türkiye gibi yarı-sömürge ülke pazarlarına dayatılan DB ve IMF programlarının asıl amacının Türkiye pazarının emperyalist sermayenin çıkarları uğruna yeniden düzenlenmesi olduğu ve bunun da ilk adımının toplumun en ileri ve bilinçli kesiminin tasfiye edilmesiyle gerçekleştirilebileceği açıktı.

Nitekim TC devleti, 21. yy’a girerken dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in “Cezaevlerine hakim olmazsak IMF programlarını uygulayamayız” sözlerinde ifadesini bulan bu gerçek, Türkiye pazarının emperyalist sermaye ve aracılık görevini yapan Türk hakim sınıflarının yönelimini de ifade ediyordu.

Türk burjuvazisinin emperyalizme bağımlılığın, emperyalist sermayenin uluslararası alanda uygulamaya koyduğu politikalardan doğrudan etkilenmesine neden olduğunu; bunun ise Türk devletinin, ekonomiden politikaya hemen her adımını şekillendirdiğini ve Türkiye toplumu üzerinde etkili olduğunu ifade etmek gerekir. Türk devletinin kuruluşundan itibaren emperyalizme bağımlı ve yarı-sömürge niteliği, Türkiye toplumsal formasyonu üzerinde belirleyici etkide bulunmuştur. Bu objektif gerçeklik, Türkiye toplumunun son çeyrek yüz yıllık AKP’li iktidarlar döneminde de hükmünü sürdürmüştür.

Dolayısıyla günümüzde Türkiye toplumunu anlamak, sınıflar mücadelesinin aldığı biçimleri tahlil etmek, emperyalist mali sermayenin uluslararası üretim süreçlerini belirleyen politikalardan bağımsız değildir. Tersi de doğrudur. Türkiye toplumunun son çeyrek yüzyılına damga vuran AKP iktidarlarının uyguladığı politikalar, uluslararası sermayenin yöneliminden bağımsız değildir. Türk burjuvazisi, emperyalistler arası çelişkilerden kendi sınıfsal çıkarları için yararlanma siyaseti de izlemektedir.

Gelinen aşamada ortaya çıkan sonuçlardan, AKP’nin emperyalist sermaye ve TC rejimi açısından basit bir hükümet etme rolü oynamadığı ifade edilebilir. Bilineceği üzere AKP, Türk hakim sınıfının iki kampı içerisinde muhalif kanatta yer alan, İslamcı söylemli bir politik dil kullanan Erbakan çizgisi (“Milli Görüş”) içerisinden örgütlendi. AKP’nin özel olarak kurdurulduğu ve girdiği ilk seçimleri kazanıp tek başına hükümet kurduğu 2002 Genel Seçimleri öncesinde emperyalist sermayenin Türk burjuvazisinin özellikle ekonomik alanda bir “yol temizliği” yaptığı bilinmektedir.

21. yy’ın başlarında Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı’ndan Türkiye ekonomisinin başına “kayyum” olarak atanan Kemal Derviş’in gerçekte neo-liberal politikaların uygulanması ve böylelikle Türkiye pazarının emperyalist sermayenin uluslararası işbölümünü yeniden düzenlemesi görevini başarıyla yerine getirdiği biliniyor.

K.Derviş’in emriyle “15 günde 15 yasa” olarak bilinen yasal düzenlemelerle Türkiye pazarı, emperyalist sermayenin “yeni süreç”teki sömürüsüne uygun hale getirildi. Öte yandan bunun sadece ekonomik alanda değil, alt yapının düzenlenmesine paralel üst yapının da buna uygun olarak şekillendirilmesi politikalarının hayata geçirilmesiyle gerçekleştirildiğini ifade etmek gerekir. AKP hükümetleri bu görevin başarılması amacıyla kuruldu. Türkiye’nin son çeyrek asırlık tarihi R.T.Erdoğan önderliğinde Türkiye pazarının emperyalist sermayenin çıkarlarına göre şekillendirilmesi, emperyalist sermayenin sömürüsünden Türk burjuvazisinin pay alması üzerine kuruldu.

Böylelikle geleneksel Türk komprador büyük burjuvalarının yanında, “yandaş” olarak tanımlanan ve kamuoyunda “beşli çete” olarak telaffuz edilen ve gerçekte sayıları daha fazla olan “yeni yetme” burjuvazinin de emperyalist sermayeyle işbirliği içinde, devlet ihalelerinden, teşviklerinden yararlandırılarak palazlanması sağlandı.

R.T.Erdoğan’ın kişisel servetinin gelişimi bile, Türkiye halkının emperyalist sermayeyle işbirliği içinde nasıl bir soygunla karşı karşıya olduğunu gösterir.

Türkiye pazarının ve toplumunun emperyalist mali sermaye ve Türk burjuvazisinin aracılık payı karşısındaki bu dönüşümünün, Türkiye toplumsal formasyonunu doğrudan belirlediği, sınıf mücadelesinin dinamikleri üzerinde etkileri olduğunu ifade etmek gerekir. Sadece ekonomik alanda değil, ideolojiden kültüre, askeri sanayiden spor ve sanata kadar kapsamlı bir dönüşümden/şekillenişten bahsetmekteyiz. 

Türkiye toplumunun genel durumu

Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre 31 Aralık 2022 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusu 85 milyon 279 bin 553 kişidir. Bu nüfusun 42 milyon 704 bin 112 kişisi erkek, 42 milyon 575 bin 441 kişisi ise kadındır. Diğer bir ifadeyle toplam nüfusun % 50.1’ini erkekler, % 49.9’unu ise kadınlar oluşturmaktadır.

Resmi olarak ifade edilen bu rakamlara, kendini farklı cinsel yönelime sahip olarak tanımlayanlar dahil değildir. Benzer şekilde Türkiye’de yaşadığı söylenen yabancı nüfusun 1 milyon 823 bin 836 kişi olduğunun ifade edilmesine rağmen bu rakama Suriyeli mülteciler dahil edilmemiştir. Türkiye’de resmi olarak kayıt altına alınmış “geçici koruma” statüsündeki Suriyeli sayısının 30 Kasım 2023 tarihi itibarıyla 3 milyon 237 bin 585 kişi olduğu ifade edilmektedir.

25 yaş üstü nüfusta her dört kişiden sadece birinin üniversite diploması olduğu ifade edilmektedir. Türkiye toplumunun genel olarak ekonomik faaliyetine dair bir fikir vermesi açısından, üretilen ve satılan tüm nihai malların ve hizmetlerin piyasa değerinin parasal anlamda ifadesi olan Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) ise; 2022 yılında Türkiye’nin üretim yöntemiyle GSYH’sı cari fiyatlarla 15.006.574 milyon TL’dir. Bu rakamın 969.494 milyon TL’si tarım, 4.061.840 milyon TL’si sanayi, 721.248 milyon TL’si inşaat, 3.975.856 milyon TL’si hizmetler ve 3.707.078 milyon TL’si diğer sektörler tarafından sağlanırken; 1.571.058 milyon TL’sini de ürün üzerindeki vergiler eksi sübvansiyonlar oluştuğu belirtilmektedir.

Özetle;

GSYH’ya en büyük katkı, 4 milyon ile sanayi, 3.97 milyon ile hizmetler ve yine 3.70 milyon ile diğer sektörlerin sağladığı ifade edilmektedir.

Ekonomik faaliyet alanlarının 2022 yılında bir önceki yıla göre GSYH içinde tarım sektörünün payı 1 puan artarak % 6.5’e, sanayi sektörünün payı 1.1 puan artarak % 27.1’e, hizmetler sektörünün payı 2 puan artarak % 26.5’e yükselirken, inşaat sektörünün payı 0.3 puan azalarak % 4.8’e, diğer faaliyetlerin payı 3.6 puan azalarak % 24.7’ye gerilemiştir. Ürün üzerindeki vergiler eksi sübvansiyonların payı 0.1 puan azalarak % 10.5 olarak gerçekleşmiştir.

GSYH içinde tarımın payı % 6.5, sanayinin payının % 27.1; inşaatın payının 4.8, hizmetler sektörünün payının 26.5 ve diğer sektörlerin payının % 24.7 olduğu ifade edilmektedir. Bu genel tablo içinde sanayinin katkısının % 27.1’le en yüksek olması önemlidir.

2023 yılının başında Türkiye’de çalışabilir durumda olan 15 yaş ve üstü nüfusun 65 milyon olduğu, işgücünün 35 milyon, istihdamın 31 milyon, işsiz olanların 3 milyon 424 bin ve işgücüne dahil olmayanların ise 29 milyon 906 bin olduğu ifade edilmektedir.

Elbette resmi olarak açıklanan bu istatistikler tam anlamıyla gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Nitekim bu konuda da resmi veriler ile gerçek veriler birbirini tutmamaktadır. Örneğin 2023 yılı TÜİK verilerine göre Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısının 2023 Ekim ayında 2 milyon 961 bin olduğu ifade edilmesine rağmen, gerçekte işsiz sayısının Ekim 2023 tarihi itibariyle 8 milyon 143 bin olduğu ifade edilmektedir.

Türkiye’de işgücü üzerine yapılan çalışmalar incelendiğinde, 21. yy’ın ilk çeyreğinde uygulanan ekonomik politikalar sonucunda yoğun bir mülksüzleşme ve buna bağlı olarak da proleterleşme olgusunun ortaya çıktığına tanık olmaktayız.

2019 yılı için işgücü Türkiye genelinde % 74.8’i emekçilerden, % 4.7’ü mülk sahibi sınıflardan oluşmaktadır. Emekçilerin (% 48.0) ve kapitalistlerin (% 5.5) yoğunlaştığı yer ise İstanbul’dur. Önemli bir veri olarak ara katmanlar olarak ifade edilen köylüler ile küçük burjuvazinin toplamı ise % 12.8’dir. Bu rakamlar, Türkiye’de işgücünün dağılımında süreç içinde “orta katman”ların mülksüzleştiği ve emekçi katmanlara dahil olduğu anlamına gelmektedir.

21. yy’ın ilk çeyreğinde Türkiye toplumsal formasyonunda üretim araçlarına sahip olanlar ve üretim araçlarına sahip olmayanlar ayrımında ortaya çıkan sınıfsal şekillenişte, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” işçi sınıfının oranı % 73.8 olarak hesaplanmıştır.

Üretim araçlarına sahip olan küçük burjuvazinin oranı % 21.9, kapitalist sınıf ise yüzde 4.2 olarak hesaplanmıştır. Kuşkusuz bu hesaplamada kullanılan verilerin rejimin resmi kurumunun verileri olduğu ve dahası örneğin işçi sınıfı olarak hesaplanan, işsizlerinde dahil edildiği yüzde 73.8 içinde işçi sınıfının üst katmanları, devlet aygıtında çalışanlar, güvenceli ya da güvencesiz çalışanlar, sigortalı olanlar ve olmayanlar, mülk sahibi olanlar ve olmayanlar gibi kategorileştirmeler son derece önemlidir.

Emperyalist mali sermayenin fonladığı uluslararası kuruluşların yayınlamış olduğu değerlendirmelerde, Türkiye’nin durumu yarı-sömürge bir ekonominin bütün özelliklerini taşımaktadır

Türkiye ekonomisinin genel durumu

TC devleti, emperyalist kapitalist sistemin bir parçasıdır ve bu sistemin kendi içinde yaşadığı bütün gelişmelerden birebir etkilenmektedir.

Yarı-sömürge bir ekonomik yapının en önemli özelliği, biriken ilk parasermayenin ulusal anlamda sanayi sermayesine dönüşeceğine, süreç içinde daha da geliştirilen soygun yöntemleriyle uluslararası sermayeye bağlanması ve böylece üretimin devrimcileşmesini engellemesidir. Altyapıda yaşanan bu durum, üst yapıyı da doğrudan etkilemekte, siyasetten hukuka, kültürden spora bütün alanlara etkide bulunmaktadır.

Emperyalizm, yarı-sömürge pazarlarında sömürüsünü esas olarak borçlandırma, eşitsiz ticaret ve sanayi yatırımları şeklinde sürdürmektedir. 21. yy’ın ilk çeyreği Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirildiği bir dönem olmuştur. Bunun anlamı, kuruluşundan itibaren yarı-sömürge bir yapıya sahip olan Türkiye ekonomisinin yarı-sömürge koşullarının AKP’li yıllar denilen bu dönemde daha da derinleşmiş olmasıdır.

Bu süre içinde emperyalist sermayenin IMF aracılığıyla Türkiye’ye dayattığı ve “reform” adı verilen, gerçekte emperyalist sömürünün daha da derinleşmesine hizmet eden politikaların büyük bir kısmı gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, bu dönem bazı araştırmacılar tarafından “olgun yeni liberal dönem” olarak da tanımlanmıştır.

20. yy’ın son çeyreğinde emperyalist mali sermayenin talebi doğrultusunda, Türkiye pazarında uygulanmaya çalışılan özelleştirmeler büyük oranda bu dönemde gerçekleştirildi. Özelleştirmeden elde edilen 50 milyar doların üzerindeki gelir ise iç ve dış borç ödemesi adı altında emperyalist mali sermayeye, baraj ve otoyolların finansmanı vb. adı altında “yandaş sermaye”ye peşkeş çekildi.

Eski komprador burjuvaların yanında yeni yetme komprador burjuvalar bu sermayeyle semirdiler. Bu süreçte sadece sermayenin el değiştirmesi yaşanmadı. Aynı zamanda çalışma yaşamını doğrudan ilgilendiren hukuksal çerçeve de emperyalist sermayenin ve onun Türkiye pazarındaki aracısı komprador kapitalistlerin çıkar ve talepleri doğrultusunda değiştirildi. Örneğin 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu ve buna göre çıkarılan yönetmeliklerle çalışma süreleri esnek çalışmaya imkân sağlar hale getirildi. Süreç içinde esnek çalışma, normal çalışma haline getirildi. İşçi sınıfının güvencesiz, sigortasız çalışması olağanlaştırıldı.

Bu amaçla 2006 yılında çıkarılan Sosyal Güvenlik Kurumu ve Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunları’yla “kamusal sosyal güvenliğin kapsamı daraltıldı, prim süreleri uzatıldı, çalışanın ödeyeceği primler artırıldı, zorunlu çalışma yaşı (mezarda emeklilik) uzatıldı ve kapitalistin sisteme katkısı daraltıldı. 2010’lu yıllar sonrasında ise çalışma hayatında esnekleştirme net olarak hayata geçirildi.

Tarımsal üretim de emperyalizmin neo-liberal politikalarına göre yeniden örgütlendi. IMF programlarıyla başlatılan ve Avrupa Birliği’ne uyum adı altında sürdürülen politikalarla, Türkiye kırında geçimlik üretim yapan hakim küçük köylü üretimine darbe vuruldu. Küçük köylü üretemez hale getirildi ve üretim araçlarından koparılarak şehirlere göç etmelerine neden oldu.

Bu sürecin en önemli özelliği yarı-sömürge ekonomik yapının “dış kaynak” adı verilen emperyalist sermayeye bağımlılığıdır.