7 Ekim’in Yıldönümünde Direniş Devam Ediyor
Yıllardır her fırsatta Filistin halkının uğradığı zulmü kendisine maske yapan Erdoğan yine sahnedeydi. Son olarak el artırdı ve İsrail’in asıl hedefinin Türkiye olduğunu ilan etti.
21 Ekim 2024
7 Ekim Aksa Tufanı üzerinden tam bir yıl geçti. Bu bir yıllık süreçte, İsrail’in uyguladığı vahşet yeni bir boyuta ulaşırken direniş kırılamadı. İsrail bugün Hizbullah’ı bahane ederek savaşı Lübnan’a yayarken 7 Ekim’in yıl dönümü Tel Aviv ve Hayfa’ya yapılan yeni saldırılarla kutlandı. Bu bir yıllık süreç boyunca İsrail sürekli olarak Aksa Tufanını bahane olarak kullansa da bu operasyon oldukça uzun bir sürecin sonucuydu.
7 Ekim’de İsrail’e yönelik gerçekleştirilen Aqsa Tufanı operasyonu öncesinde İsrail’in Filistinlilere yönelik zulmü 75. yılına girmekteydi. Bu 75 yıl içerisinde Filistinliler iki intifada ile ayağa kalktılar. İsrail’in taciz ve işgali altında geçen bu 75 yıl içerisinde birçok gelişme yaşandı. Ancak bunların çok büyük bir çoğunluğu özellikle batılı medya eliyle gizlendi ya da manipüle edildi. Filistin toprakları parçalandı. MOSSAD ve yerleşimciler eliyle Filistinlilerin hayatları ablukaya alındı. İsrail tarafından “şüpheli” bulunan herkes kaçırıldı, katledildi, kaybedildi. Batı Şeria’da kontrol noktası kurulmadık yer bırakılmadı.
Gazze, parçası olduğu Batı Şeria’dan bu şekilde koparıldı ve tecrit altına alındı. Yerleşimcilerin keyfine göre ya da İsrail’in çıkarlarına göre zeytin ağaçları söküldü, hayvanların otlatıldığı otlaklar yasak bölge ilan edildi, bu alanlar imara açıldı. El-Fetih öncülüğünde Filistin Yönetimi, Oslo görüşmelerinde direnişi teslimiyete terk eden bir hat izledi. Sözde barış görüşmeleri Filistinlilerin silahsızlandırılmasını ön görüyordu.
Bu süreçte yapılan anlaşmaları en iyi şekilde kullanan İsrail devleti, devrimci örgütleri halk kitlelerinden koparacak birçok politika izledi ve Filistin Yönetimi de buna önayak oldu. Ancak işgal bitmemişti, zulüm devam ediyordu. Böylesi bir süreçte Hamas, Filistin İslami Cihad gibi dinci örgütler öfkeli kitleler içerisindeki güçlerini artırdılar.
Filistin, birçok yaptırım ve uygulama ile tamamen İsrail’e bağımlı hale getirildi. Ancak bu İsrail için yeterli değildi. Yüz yıldan uzun bir süre önce Osmanlı’nın Ermenilere, Asurilere, Süryanilere layık gördüğü şeyi Filistinliler için istiyorlardı. Temizleyebildiklerini temizlemek, temizleyemediklerini de çöllere sürmek. Maliye Bakanı ve Güvenlik Bakanı Vekili Bezalel Smotrich, bu durumu özetleyen görüşlerini korkusuzca dile getirmişti.
Bu 75 boyunca İsrail kendisini sürekli olarak mağdur ilan etti. Bunun için de II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Hitler’in uyguladığı Yahudi Soykırımını bir propaganda aracı olarak kullandı. Diğer taraftan da Filistinliler “uygar olmayan, vahşi çobanlar” olarak servis ediliyordu. 7 Ekim Aqsa Tufanına gelirken İsrail aynı zamanda kendisiyle ilgili bir yıkılmazlık mitini de tüm dünyaya kabul ettirmiş görünüyordu.
Bir yandan mağdur diğer yandan da yıkılmaz bir güç olarak çizdiği bu imajı Aqsa Tufanı ile yerle bir edilmiş oldu.
Emperyalizmin koçbaşı: İsrail
Bu durum elbette İsrail’i bölgede koçbaşı olarak kullanan batılı emperyalistlerin en başta da ABD’nin işine gelmeyecek bir durumdu. Bu nedenle de ABD başkanı Biden kendisini korkusuzca bir siyonist olarak tanımladı.
Kırılamayan direniş karşısında kendi sunduğu ateşkes planını da görmezden gelmeye başladı. İsrail’e ve sürdürdüğü soykırıma destek bununla sınırlı kalmadı. Batılı emperyalistlerin tamamı, bırakalım Filistin’e destek vermeyi İsrail’in “işi biraz abarttığını” söyleyenlere karşı bile yaptırımlar uyguladı. İsrail’in Gazze’ye ve Refah’a dönük katliam politikalarına ses çıkaran herkes susturulmaya çalışıldı.
Ünlü film festivallerinde Filistin Direnişinden yana tavır alanlar Yahudi düşmanı ya da anti-Semitis ilan edilerek hedef gösterildi. İsrail’in insanlık dışı uygulamalarına karşı kısık sesle dahi bir şey söyleyen oyuncular, yönetmenler, yapımcılar, müzisyenler, ressamlar işlerinden atıldı, sözleşmeleri feshedildi ya da yeni bir iş alamadılar.
Batılı emperyalistlerin bu sıkı işbirliği hayatın her yanına yansıdı. Berlin Yahudi Müzesinde tur rehberliği yapan, kendisi de İsrailli bir Yahudi olan Udi Raz, Batı Şeria’da İsrail’in apartheid rejimi uyguladığını söylediği gerekçesiyle “İsrail düşmanı” ilan edilerek işinden atıldı. Bu soykırıma ses çıkaran Yahudiler, İsrail içinde de ciddi saldırılara maruz kalıyor.
Dünyada da İsrail devletinin soykırım politikalarına karşı olduklarını açıklayan Yahudiler “düşman” ilan ediliyor. Önemli bir kısmını Kürtlerin, Arapların, Türklerin oluşturduğu Neukölln’de, Alman polisi devriyelerle hayatı göçmenlere zehir ediyor. Filistin puşisinin dahi kimlik kontrolü ya da gözaltı gerekçesi sayıldığı bu bölgede daha birkaç yıl önce göçmenlerin oturduğu bir apartmanın yakıldığı ve insanların katledildiği gerçeği de bu durumun arkasına gizleniyor.
Bu süreçte ATİK gibi birçok göçmen işçi, kadın, LGBTİ+, gençlik, kültür ve sanat derneği, platformu baskı altında tutuldu, etkinlikleri yasaklandı, soruşturmalar açıldı. Bunun nedeni elbette Yahudilerin uğradığı tarihsel haksızlık ya da Yahudileri sevmek değil. Ortadoğu’da yükselen Rusya-Çin-İran etkisi batılı emperyalistler açısından büyük bir tehdit olarak görülüyor. Bu pazarın yeniden paylaşılabilmesinin tek yolu ise kaçınılmaz olarak savaştır.
Bu yeniden paylaşım savaşına hazırlık sürecinde batılı emperyalistler sadece kazanılmış demokratik hakları gaspetmek, savaşın ekonomik yükünü işçi sınıfının omuzlarına yüklemek gibi politikalarla sınırlı kalmıyorlar. Kendilerine ayak bağı olabileceklerini düşündükleri her türlü unsuru şimdilik baskı altında tutuyorlar aynı zamanda daha sonra imha edilmelerini meşrulaştırmanın siyasetini de yapıyorlar.
Almanya’da “Nehirden Denize” sloganını kullanan hiçbir göçmene vatandaşlık verilmeyeceğinin açıklanması tarihsel bir adalet duygusu ile alakalı değildir. Bütün bu baskı politikaları karşısında, 7 Ekim Aqsa Tufanı sonrası kitleler büyük bir sessizlik içinde kalmadılar elbette. Okullar, işyerleri, sokaklar kitlesel eylemlere tanık oldu. Kitlesel eylemlerin yanında bireysel eylemler de örgütlendi. Tüm baskı ve susturma politikalarına rağmen yaşanan bu gelişmeler batılı burjuvalarda “yeni bir ’68 mi?” korkusu da uyandırdı.
Bu anlamıyla Aqsa Tufanı ve sonrasında devam eden direniş oportünizme karşı bir turnosola dönüştü.
Bu süreci manipüle etmek için en çok kullanılan argüman Hamas’ın dinci bir örgüt olmasıydı. Ancak bu kirli politikaya karşı kitleler gereken cevabı verdiler. Aqsa Tufanı ardından birçok gelişme yaşandı. İsrail’in amacının sadece Büyük İsrail Devleti olmadığı ve bölgede yürütülen emperyalist politikalardaki rolü bir kez daha ortaya çıktı. Savaş hızlı biçimde yayıldı.
Batılı emperyalistlerin teknik ve istihbarati desteği sonucu örgütlenen saldırılarda yüzbinlerce insan hayatını kaybederken milyonlarca insan da yeniden göç yollarına düştü.
Ataerki, yoksulluk, heteroseksizm en üst seviyelere tırmanmaya devam etti. Hamas’ın ve Hizbullah’ın işgal karşısındaki direnişini görünmez kılmak için dinci ve gerici olduklarını tekrarlayan, Filistin Direnişinin haklılığını gölgelemeye çalışan zihniyetle mücadele de oldukça önemli bir hale geldi. Bu süreç boyunca yaşanan bir diğer önemli gelişme de İsrail’in teknik ve istihbarati üstünlüğü ile savaşı başka bir boyuta getirmesiydi. Ancak bu üstünlük dahi direnişi kırmaya yeterli olmadı.
Savaşı İsrail’in dışında sürdürme planlarının suya düşmesiyle birlikte Avrupalı emperyalistler benzeri bir tehlikenin kendileri için de söz konusu olduğunu görerek duvarlarını güçlendirmeye başladılar.
Faşist TC ve Arap devletlerinin rolü
Faşist TC de bu sürecin önemli aktörlerinden birisi oldu. Yıllardır her fırsatta Filistin halkının uğradığı zulmü kendisine maske yapan Erdoğan yine sahnedeydi. Son olarak el artırdı ve İsrail’in asıl hedefinin Türkiye olduğunu ilan etti.
Ancak bu söyleminin nedeni henüz üzerinden birkaç gün geçmeden ortaya çıktı. Yeni vergi paketiyle halkın cebinden daha fazla çalmanın planı olduğu teşhir oldu. Elbette tek derdi bu değildi. Bir taraftan da Rojava Devrimine saldırmanın yeni bir bahanesini daha bulmuş oldu. İçeride “el sıkıştıkları Kürtler” dışarıda “İsrail’e hizmet eden Kürtler” siyaseti izliyorlar.
Bütün bunların yanında NATO’ya tahsis edilmiş Kürecik Radar Üssü’nün ABD-İsrail karşıtı Direniş Ekseni’nden gelecek füze saldırılarına karşı istihbarat toplaması, Azeri petrolünü Bakü-Ceyhan üzerinden İsrail’e pompalanması, Türkiye-İsrail ticaretini kağıt üstündeki Filistinli aracı şirketler aracılığıyla devam ediyor oluşu, İsrail’le diplomatik ilişkilerin kesilmemesi, İncirlik Üssü vs. buzdağının ancak görünen yüzleridir.
Faşist TC’nin İsrail ile olan ilişkisinin kökleri çok daha derindedir.
NATO kuralları ve ABD’nin bölgedeki bir diğer en önemli hizmetkarı oluşu Faşist TC’nin Filistin Direnişindeki rolünü en net biçimde ortaya koymaktadır. Bu nedenle geçmişte de Yaser Arafat öldüğünde bayraklar yarıya çekilirken diğer taraftan da İsrail’den Heronların ithal edilmesi hiç de garip karşılanmamıştır.
Kuru bir Arap milliyetçiliği ya da Müslümanlık söylemiyle emperyalizmin politikalarını Ortadoğu’da uygulayan bütün devletler de bu süreçte halkların nazarında bir kez daha teşhir olmuştur. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın “Filistin umurumda değil” demesi talihsiz bir söylemden ibaret değildir. İran, BAE, Irak, Mısır, Katar, Ürdün gibi devletlerin esasta kime ve niçin hizmet ettiklerinin ifadesidir.
Tufanın etkileri sürüyor
Aksa Tufanı birçok şeyle birlikte büyük bir sessizliği kırmıştır. Yalnızca sessizliği kırmakla da kalmamış emperyalizme, işgale ve ilhaka karşı mücadele etmek zorunda olan halklara birçok savaş tecrübesi de bırakmıştır. Savaşta tekniğin kullanımı, insan iradesinin önemi, bir hamlenin öncesi ve sonrasının detaylı biçimde planlanması, istihbaratın nasıl ve nerelerde kullanılabileceği, kitlenin bilinçli biçimde örgütlenmesinin esas oluşu gibi derslerle dolu olan bu tufanın etkilerinin sürmeye devam edeceği kaçınılmaz bir gerçektir.