23 Haziran’da yapılacak İstanbul Büyükşehir Belediye seçimleri, iktidarın yakın dönemdeki en önemli önceliği haline gelmiş durumda. İstanbul’un gerek nüfus ve stratejik konumu gerekse de Türkiye ekonomisindeki yeri açısından bu durum anlaşılır. 31 Mart seçimlerini ‘Başkanlık Sistemi’nin bir oylamasına dönüştüren AKP/Saray böylece bu durağı kaçınılmaz hale getirdi. Zira, 31 Mart seçimlerini yerel bir seçimden genel seçim niteliğine taşıyan doğrudan R.T. Erdoğan/Saray iktidarı oldu.
Bu tasarruf açık ki bir zorunluluk sonucu ortaya çıktı.24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerçekte kaybeden ancak yaptığı açık hilelerle “kazanan” AKP iktidarı, buna rağmen içinde debelendiği sorun yumağının içinden çıkmayı başaramadı. Ekonomik krizin derinden sarstığı işçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler nezdinde inandırıcılığını ve etkisini giderek kaybeden bir AKP gerçekliği ortaya çıktı. Açık ki, krizi açığa çıkaran tüm politikaların icracısı durumundaki AKP iktidarının bu krize çözüm bulma şansı yoktu. AKP iktidarının da bugüne kadar yaptığı, esas olarak kitleler üzerinde, çeşitli argümanlarla inşa ettiği hegemonyanın rıza üretmek için kullanabilme becerisi göstermesidir. Ne var ki derinleşen krizin, çarpanlarıyla toplumsal alanda açığa çıkardığı sorunlar, AKP iktidarının da giderek erimesi ve çözülmesini beraberinde getirmiştir.
Toplumu kutuplara bölme, düşmanlaştırma ve böylelikle temel sorunlarından uzaklaştırma politikası, ırkçılık, milliyetçilik ve dinci gericilikle birlikte yoğun bir şekilde yaşama geçirildi. Söz konusu siyasetin uzunca bir süre önemli oranda başarılı olduğunu da teslim etmek gerekir. Ancak krizin artık sistemin temel çarklarına kadar uzanan sarsıcı ve yıkıcı etkisi, tüm bu hamaset bulutlarının ışık hızında dağılmasını da beraberinde getirdi. Böylece geniş emekçi kitleler, halk yığınları, içinde bulundukları işsizlik, yoksulluk ve sefaletin gerçek sorumlularını daha net görebilir hale geldi. Başka bir deyişle ekonomik krizin tetiklediği çelişkilerin derinleşmesiyle kitlelerin sisteme ve AKP iktidarına bakışı ve tutumu bir değişim ve dönüşüm geçirdi.
Düzenin açlık ve yoksulluk üreten gerçekliğine duyulan öfke ve tepki, 17 yıldır iktidarda olan AKP iktidarını hedef tahtasına koymuştur. Zira AKP, özellikle de ‘Başkanlık Sistemi’yle birlikte devletle iç içe geçen yapısıyla deyim yerindeyse 1930’ların CHP’sini aratmayan bir devlet partisine dönüştü.
7 Haziran 2015 sonrasında Suruç, Diyarbakır ve Ankara katliamlarıyla, IŞİD eliyle büyük bir korku iklimine sokulan geniş kitlelerin direnç odaklarına yönelik saldırı 15 Temmuz Darbe Girişimi ile birlikte ilan edilen OHAL’le iyice ağırlaştı. Faşizm, özyönetim direnişlerini bahane ederek T. Kürdistanı’nda adeta taş üstünde taş bırakmayarak, her türlü muhalif sese azgınca saldırdı. Hapishaneler tıka basa dolduruldu. Tüm bu uygulamaların sonucunda kitle hareketi gerek T. Kürdistanı’nda gerekse de Batıda önemli oranda çekildi.
12 Eylül faşist cuntasıyla kıyaslanabilecek söz konusu bu dört yıllık dönem, baskı sindirme ve diz çöktürme stratejisiyle açığa çıkan tablonun temel özellikleri olarak ortaya konabilir. Bu sürecin temel özneleri durumundaki devrimci ve yurtsever güçler, ağır imha ve saldırı konseptine karşın yine de teslim alınamadı. Devrimci-demokratik cephe, her ne kadar geniş kitleleri kucaklamakta düne oranda geri bir noktaya savrulsa da yine de tarihsel bir direniş mirası yarattı. Seçimlerin, kurulan sandıkların geniş emekçi kitleler açısından bunca önem kazanması ve gündem olmasını da bu tablo içinde yorumlamak gerekir. 16 Nisan, 24 Haziran ve 31 Mart seçimlerini kitle hareketinin bu gerçekliği içinde ele almak doğru olacaktır.
Söz konusu seçim sonuçlarının açığa çıkardığı resim, aynı zamanda kitlelerin sistemle arasındaki çelişkilerin niteliğine dair bir fikir vermektedir. Görünen o ki 16 Nisan’dan 31 Mart’a kadar geçen süre içinde geniş halk yığınları, düzene ve onun kaptan köşkünde oturan AKP iktidarına karşı önemli bir öfke biriktirmiş durumda. Devrimci ve yurtsever güçlerin bugünkü zayıf durumunda, kitlelerin bu öfke ve tepkisi, kendini seçme ve seçilme hakkı temelinde, sandıkta ortaya koymaktadır. Öfkenin giderek büyüdüğü ve tepkilerin artık sandıkları da aşan bir şekilde sokağa taştığı bir sürece doğru evrildiğini söylemek mümkün. YSK’nın İstanbul kararından sonra İstanbul’un pek çok ilçesinde gerçekleşen eylemlerde bu gerçeğe işaret etmektedir.
“Denize Düşen Yılana Sarılır”
Devrimci, demokratik öznelerin kitleler içindeki örgütlülüklerinin bugünkü zayıflığı kitlelerin söz konusu öfkesinin bir yandan AKP’nin devletin sopasıyla baskı altına alınmasını ancak diğer yanda da CHP eliyle pasifize edilerek sönümlendirilmesini sağlamaktadır.
Bu gerçeği 16 Nisan referandumun da gördük. Kitleler sokakta ‘Hayır’ına sahip çıkarken, CHP “olayların büyümemesi kaygısıyla” kepenklerin indirdi. Açık ki CHP, muhalefetinin sınırları olduğunu son birkaç yılda sıkça göstermiştir. Devletin kurucu iradesi olarak en çokta CHP kendini, kurulu düzenin bekasına adamıştır.
Bu gerçeği görmek, farkında olmak, ‘Başkanlık Sistemi’ ile iyice pekiştirilen kutuplaştırma ve düşmanlaştırma politikalarıyla temelleri atılan iki partili bir siyasal yapının ne tür sonuçlar doğurabileceğini anlamak açısında da önemlidir.
Sistem, AKP/Saray iktidarına karşı geniş emekçi kitlelerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadın ve LGBTİ+’ların biriktirdiği öfkesinin farkındadır. Söz konusu tepkinin sokağa taşmasını ve devrimci-demokratik güçlerle birleşmesini olabildiğince engelleme, ideolojik- politik ve kültürel olarak sistemin sınırları içinde tutma gayreti ile hareket etmektedirler.
Bu anlamda geniş emekçi yığınları da ‘denize düşen yılan sarılır’ şeklinde formüle edilebilecek bir noktaya getirmişlerdir ki yılan da öldürücüdür. Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’daki çıkışı bu gerçeklik içinde okunmalıdır. Ekrem İmamoğlu, düzenin AKP’ye öfke biriktiren ve de aynı zamanda ondan umudunu kesen kesimlerin tepkilerinin yeniden düzenin kanallarına kanalize edilmesini sağlayacaktır.
Devletin resmi paradigması bağlamında, Ekrem İmamoğlu ile R.T. Erdoğan arasında temelde bir fark yoktur. Değişiklik güncel politik söylemler ve halka yönelik taktik anlamda kimi uygulamalardadır. Görünen o ki Türk sermayesi de AKP’deki erime ve çürümenin ayırdındadır. Yaşanan ve giderek de derinleşen krizin tüm siyasal sorumluluğunu AKP’ye keserek tıpkı 2001 krizi sonrası DSP’ye yaptıkları gibi kullanım süresi bittiğinde bir kenara fırlatacaklardır. Bu sürecin genç, dinamik ve umut vaat eden aktörünün İmamoğlu olması mümkündür.
En azından düzen muhalefeti bağlamında, AKP’ye tepki duyan kimi kesimlerin onun etrafında mobilize edilmesi hedeflenmektedir. İslamcı-muhafazakâr cenahta ise yeni parti seçeneklerinin masaya gelmesi sürpriz olmayacaktır ki şimdiden bu konuda çok ciddi emareler vardır.
Devrimci ve komünistler açısından aslolan kitlelerin sokağa yönelen bilincinin geliştirilmesine, mücadelede azmi ve kararlılığı anlamında özgüveninin artırılmasına hizmet edecek politikaların yaşama geçirilmesi olmalıdır.
Açık ki bugün devrimci-demokratik güçler iki yanlış arasında tercih yapmak zorunda bırakılmaktadır. Devrimci muhalefetin bugünkü zayıflığı, düzenin iki kampı arasında bir tercihe yönelme yanlışlığına bizi sürüklememelidir.
Kitlelerin bugünkü ideolojik- politik ve kültürel durumunu dikkate almayan sol sekter çıkış ve söylemlerin pratikte bir karşılığı yoktur. 31 Mart’ta demokratik talepleri ekseninde sokağa çıkarak YSK’nın darbesini protesto eden kitlelerin çıkışı son derece öğreticidir.
Üzerinden yükselmemiz gereken temel dinamikte burası olmalıdır!
Eylemlerin ezici bir çoğunluğu CHP’ye rağmen örgütlenmiştir. Eylemler Gezi ruhunun hala canlı olduğunu da göstermiştir.
Sistemin tüm sindirme saldırılarına karşı toplumsal muhalefetin ve kitle hareketinin daha güçlü ve etkin ataklara giriştiğini söylemek yanlış olmaz. ODTÜ’de AKP’li rektöre karşı gelişen direniş gençliğin bir kıpırdanma içinde olduğunu göstermiştir. Çevre, kadın, emek başlıklarında 1 Mayıs’ta da açığa çıktığı üzere önemli bir gerilim ve bunun yarattığı bir birikim açığa çıkmıştır.
Tecridi Kıran Direniştir!
Öte yandan hapishanelerde TKP-ML dava tutsağı Hiyem Yolcu’nun 20 Mart’ta Haydar Sönmez’in de 1 Nisan’dan bu yana dahil olduğu, 7 bini aşkın yurtsever, devrimci tutsağın 6 ayı geride bırakan açlık grevi direnişi sürmektedir. İkinci ekiple birlikte 30 yurtsever tutsağın ölüm orucunu sürdürdüğü, anaların hapishane kapılarında yerlerde sürüklendiği, devletin annelerin eylemlerini engellemek adına eylem ve etkinlik yasaklarını gündem getirdiği bir sürecin içinde geçiyoruz.
Gelişen direnişin hapishaneleri işlemez hala getirmesi ile siyasal alanda seçimler başlığında tıkanan AKP iktidarı, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesine izin vermek ve tecridin kaldırıldığını ilan etmek durumunda kalmıştır.
AKP iktidarının İstanbul seçimlerine yönelik kimi tasarruflarla hareket geçmiş olması gelişen direnişin yarattığı etkiyi ve bu direnişin gücünü karartmamalıdır.
Aslolan içerde devrimci-yurtsever tutsakların dışarda anaların onurlu bir şekilde sürdüğü direniştir. İktidar kanadı açık ki, bir beka sorunu ve kaybederse Türkiye’yi kaybedeceğini ilan ettiği İstanbul seçimlerini kazanmak için mutlaka yeni ve farklı hamleleri planlayacaktır. İktidar, İstanbul özgülünde Kürtlerin İmamoğlu’na destek vermesini engellemek amacıyla kimi adımlar atacak gibi görünmektedir.
Son dönemlerde iyice ısıtılıp basına servis edilen Tel-Fırat/ Rojava üzerinden ırkçı ve milliyetçiliği körükleyerek; vatan-millet-Sakarya edebiyatıyla bir yandan CHP’nin ‘hassas’ kitlesini yanına çekmeyi diğer yandan da Kürtlerin İmamoğlu’na destek vermesini engelleme hedefiyle hareket etmesi mümkündür. Tüm bu gürültü içinde YSK’nın halkın iradesine yönelik asıl darbesi T. Kürdistanı’nda yaşanmaktadır. YSK, KHK kararı ile Van/Edremit-Tuşba, Çaldıran; Amed Bağlar-Lice’de HDP’li belediye başkanlarının mazbatasını elinden almış, bu paranteze çok sayıda muhtar ve belediye meclis üyesi de (YSK, Dersim’de HDP ve TKP’den dört meclis üyesi ile iki muhtarın mazbatalarını KHK ile ihraç edilmiş oldukları gerekçesiyle iptal etti.11 Mayıs) dâhil edilmiştir.
Eğer bir demokrasi odağından veyahut cephesinden bahsediliyorsa bu odak, T. Kürdistanı’nda Kürtlere yönelik söz konusu gaspa karşı da mücadele vermelidir.
Kutup Yıldızının Rehberliğinde Fırtınayı Büyütelim!
Emperyalist kapitalizmin, 2008’de içine girdiği ve son birkaç yıl içinde yeniden şiddetlenen krizinin, tüm dünyayı derinden etkilediği bir dönemden geçiyoruz. Gelişmelerin ana yönü, söz konusu gerilimin daha da artacağı ve başta emperyalistler arası olmak üzere çelişkilerin gerek dünya ölçeğinde gerekse de bölgesel düzeyde artacağını göstermektedir.
ABD devlet Başkanı Donald Trump’ın, son dönemlerde daha sık bir şekilde gündeme gelen İran’a yönelik tehditleri de bunu anlatmaktadır. ABD emperyalizmi, ekonomik alanda tıkanıp sıkıştıkça savaşa yönelmektedir. İran’a yönelik ağırlaştırılan ambargo ile önemli bir savaş gücünün İran’a yakın bir bölgeye nakledilmesi de geleceğe ilişkin mesajlar içermektedir. Bu gelişmelerin çok kısa sürede hemen her başlık etrafında coğrafyamızda da derin yansımaları olacaktır.
Türk hâkim sınıfları gelişmelerin bu ana yönünü öngördükleri içindir ki, yönetim rejimini elden geçirmiş ve tek merkezden çok daha güçlü ve etkin bir kumanda merkezi kurmuşlardır. Buna paralel devrimci, ilerici ve yurtsever güçlere yönelik azgın bir saldırı konseptini yürürlüğe sokmuştur. Amaç bir yandan fiziki olarak imha ise de temel yönelim devrimci ve yurtsever güçlerin onların dokunabildiği kesimlerin kazanma umudu ve iradesinin kırılmasıdır. Belli bir mesafe alınsa da bu konuda başarılı olamadıkları da kabul edilmelidir.
Saldırı ve taarruz son derece kapsamlı ve bütünlüklüdür.
Buna güçlü yanıtlar vermek her şeyden önce devrimci-komünist güçlerin bilimsel dünya görüşüne sımsıkı tutunması ve onu güncellemesi ile mümkündür. Marksizm sürekli devinim halinde olan, gelişen ve yaşayan bir eylem kılavuzudur. Açık ki devrimci-komünist öznelerin bugünkü sürecin temel koordinatlarına yönelik derinlikli araştırmalar yapması gereklidir. İdeolojik netlik, bilimsel dünya görüşü üzerinde yükselecektir.
Ne var ki bunu tamamlayacak bir politik yetkinliğe de ihtiyaç vardır. Politik alanda daha fazla yoğunlaşma, sınıf mücadelesinin akışına uygun taktik politikalar üretmek önemli bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Anın ruhunu okumak ve kitlelerle bağlarımızı güçlendirecek hamleler yapmak için politik yetkinliğe ihtiyaç vardır.
Elbette eğer güçlü, etkin bir örgütten söz edebiliyorsak, bilimsel dünya görüşünü kuşanmanın politik olarak da gelişmiş olmanın sınıf mücadelesi cephesinde bir karşılığı olacaktır. Başkan Mao, “parti ve kitleler var oldukça her türlü mucize gerçekleştirilebilir” demektedir. Bu tespit Başkan Mao’dan günümüze sınıf mücadelesinin seyri içinde sayısız defa ispatlanmıştır. Karşımızda tepeden tırnağa örgütlü bir güç vardır. Ezilenlerin, emekçi kitlelerin bağımsızlık, halk demokrasisi ve özgürlük talebini gerçekleştirebilmesinin, kazanımlar elde edebilmesinin yegane yolu örgütlenmekten geçmektedir.
Ancak güçlü bir örgüt bahsini ettiğimiz hedeflerin garantörü olabilir.
Kuşkusuz Türk-Kürt ulusların ve değişik milliyet, inanç ve kimliklerden ezilenlerin, hakları ve çıkarlarını koruyan güçlü bir örgüt söz konusu kesimlere yönelik her türlü saldırı ve gaspa karşı duruşu ile gelişip serpilebilir.
Ölümsüzlüğünün 46. yılını geride bıraktığımız Komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın kısacık yaşamı bu perspektifle ele alındığında son derece zengin deneyimlerle doludur. Kaypakkaya, yaşamdaki duruşu, çalışma yöntemi metodolojisi; halk ve devrime olan sarsılmaz inancı ile kutup yıldızımız olmayı sürdürmektedir.
Rojava Baxoz’da 18 Mart günü DAİŞ çetelerine karşı savaşırken yaşamını yitiren Lorenzo Orsetti’nin ifade ettiği gibi, “bütün fırtınalar küçük bir damla ile başlar.” Kaypakkaya’da Türkiye devrim fırtınasını başlatan damlalardan olmuştur! Şimdi kutup yıldızımızın rehberliğinde fırtınayı büyütecek damlalar olma zamanı!