Arnavutluk’ta Bektaşi Devleti Tartışmaları
“Devlet istediği zaman istediği kadar hak ve özgürlük “kullanımına” izin veriyor; bu sınır da, Kızılbaş/Alevi-Bektaşiler için yakılmakla kurşunlanmak arasındaki mesafe kadar oluyor.”
15 Aralık 2024
Arnavutluk’ta Bektaşi Tarikatı Ekümenik Devleti (Vatikan benzeri özerk bir devlet) kurulacağına dair Arnavutluk devlet yönetimi tarafından bir açıklama yapıldı. Bu açıklamaya Türkiye’de, Türkiye’deki iktidarın destekçileri olan bir grup Alevi-Bektaşi tarafından hızlı bir şekilde karşı çıkıldı. Devlete ait radyo ve televizyonlarda bu çevreler, Türk devletinin bu açıklamaya yönelik çeşitli hareketler gerçekleştirmesi gerektiğini ve açıklamanın kabul edilemez olduğunu söylediler. Ancak devletin gerçekleştirmesi gereken hareketlere pek açıklık getirmediler. Türkiye’deki iktidar yanlısı Alevi-Bektaşi çevrelere göre Arnavutluk’taki Bektaşi yapısı meşru olmayan bir yapı ve devlet kurulması yönündeki açıklama ve bu yönlü çabalarla dış güçlerin işi imiş.
“Arnavutluk’taki Bektaşi yapısının önderliği Türkiye’deki Dede-Baba’dan her yıl icazet almalıymış. Uzun süredir de icazet almadığı için meşru sayılamaz, zaten kendisi de Türkiye’deki Dede-Baba’ya bağlı olduğundan Türkiye’deki Dedebaba’da böyle bir devlet oluşumuna izin vermeyeceği için bu çalışmalarla ortaya çıkacak yapı meşru olmazmış.”
Bugün dünyanın pekçok yerinde Kızılbaş/Alevi-Bektaşi birey ve topluluklar yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti, bu birey ve toplulukların teolojik-felsefi kimlik ve düşünceleri üzerinde hak sahibi ya da belirleyicisi olamaz.
Devlet istediği zaman istediği kadar hak ve özgürlük “kullanımına” izin veriyor; bu sınır da, Kızılbaş/Alevi-Bektaşiler için yakılmakla kurşunlanmak arasındaki mesafe kadar oluyor. Egemenler tarafından Kızılbaş/Alevi-Bektaşilerin tebaa olarak görüldüğü Türkiye’de, doğaldır ki bu kişi ve topluluklarla benzer teolojik-felsefi yapıya sahip başka bir ülkedeki bir başka grubun kendi başına ya da bir başka devletin desteği ile bir “devlet” ya da etkin bir örgütlenmeye gitmesi (dernek, vakıf vb.) Türkiye’nin içişlerine karışmak olarak algılanıyor ve kitleler tarafından böyle algılanılması sağlanmaya çalışılıyor. Bu durum “devlet” oluşumunu destekleyen ülkenin (konumuz özgülünde Arnavutluk) amacından bağımsız olarak böyledir.
Fatih’in Rum Ortodoks Kilisesi’nin niçin kapattığını övünerek anlatanlar ve halen Patrikhane’nin tüm işleyişine karışanların Arnavutluk’taki “devlet” girişimine karşı çıkmaları doğaldır. Çünkü kendileri bu tür kurumlar aracılığıyla bu kurumların etrafındaki-etki alanlarındaki toplulukları etkilemeye, yönlendirmeye, ülkeler arasındaki ilişkilerde araçsallaştırmaya çalışmaktadırlar. Kaldı ki, Arnavutluk devletinin de ülke sınırları içinde kurulacak bir Bektaşi devleti aracılığıyla (Arnavutluk nüfusunun yaklaşık % 5’inin Bektaşi olduğu söyleniyor) hem kendi sınırları içindeki hem Balkanlar’daki hem de Türkiye’deki Bektaşiler arasında bir “etki oluşturmak”, siyasi çıkar sağlamak gibi bir amacı olabilir.
Tartışmayı daha iyi anlamak için Hac-ı Bektaş Veli’nin yaşamına dair bir inceleme yapmak öte yandan Bektaşiliğin tarihsel gelişimine bir göz atmak faydalı olacaktır.
Hac-ı Bektaşı Veli kimdir?
Hac-ı Bektaş’ın Bektaşi tarikatını kurmuş olması ve kimliği çok tartışmalıdır. Abdülbaki Gülpınarlı, Hacı Bektaş’ın 1209-1210 yılında doğduğunu 1270-1271’de öldüğünü ve 63 yıl yaşamış olduğunu söyler. Irene Melikoff “kendisinden ilk söz eden kaynak, Hacı Bektaş-ı Horasani’nin Baba Resullah’ın ‘Halife-i hası’ı olduğunu söyleyen Eflaki’nin ‘Menakıbu’l Arifin’idir. Elvan Çelebi de onu aynışekilde Baba İlyas’ın halifeleri arasında sayıyor ve adı Menakıbu’l-kudsiyye’de üç kez geçiyor” diyor. (Irene Melikoff, 2008, sf. 78) Ünlü tarihçi Aşık Paşazade, Hac-ı Bektaş’ı kardeşi Menteş ile beraber Horasan’dan kalkıp Sivas’a geldiğini ve burada Baba İlyas’ın müridi olan bir derviş olarak tanıtır.
Daha sonra kardeşi ile birlikte Sivas’tan Kayseri’ye gitmiştir. Menteş buradan tekrar Sivas’a geri döndükten sonra Hac-ı Bektaş, Kara Öyük’e gelip yerleşmiştir. Aşıkpaşazade’ye göre Menteş, Sivas’ta şehit edilmiş Hac-ı Bektaş ise yeterince açık olmayan sebeplerin dolayı isyana katılmamıştır. Aşıkpaşazade, Hac-ı Bektaş’ı “keşf ve kehanet” sahibi olmakla birlikte meczup, budala bir aziz, şeyhlikten ve müritlikten uzak biri olarak anlatıyor. “Müritleri olmayan kendi halindeki bu meczup derviş manevi sırlarını sadece evlat edindiği Hatun Ana’ya aktardı. Böylece herhangi bir mürit edinmeden vefat etti. Hatun Ana, Hacı Bektaş’ın mezarını düzenleyip muhtemelen basit bir türbe şeklini verdi. Daha sonra Hatun Ana’ya sahip olan Abdal Musa, Hacı Bektaş’ın sırlarının bir bölümünü Hatun Ana’dan öğrendi. Hatun Ana, zamanında dahi ne şeyhlik ne müritlik ilişkisi ne de herhangi bir silsile katiyen ortaya çıkmış değildi. Aşıkpaşazade’ye göre Abdal Musa’nın, Hacı Bektaş’la görüşmesi ve doğrudan bir ilişkisi olmadı.” (Aktaran: Rıza Yıldırım, 2019, s. 61)
Hac-ı Bektaş, Veli Köprülü’ye göre Kalendari-Haydari tarikatından pek farkı bulunmayan bir tarikatın kurucusuydu. Ahmet Yaşar Ocak’a göre ise “Hacı Bektaş kimseyle münasebeti olmayan münzevi bir meczup değildi. Aksine Türkmen kitleleri arasında esasen Horasan Melamefiliğinden kaynaklanan cezbeci ve gayri sünni bir tassavvuf öğreten bir Vefai ve Haydari Demsi idi.” (Rıza Yıldırım, 2019, s. 67)
Rıza Yıldırım, Eflaki’nin, Elvan Çelebi’nin 1358 tarihli Menakibul-Kubiyye ile aynı tarihli eseri Menakibu’l Arifin’de, Nureddin Cocooğlu’nun ağzından bir yandan “dış görünüşe hiç saygı göstermeyen, şeriata uymayan, namaz kılmayan” bir şeyh olarak anlattığını ancak diğer yandan da kerametler sergileyerek etrafındakileri etkileyen bir tasavvuf önderi olduğunu anlattığını söyler.
Yine Rıza Yıldırım, Irene Beldiceanen-Steinheir’in Hac-ı Bektaş’ın “beraberinde bir Türkmen boyu ile Suluca Karahöyük’e gelişinde o bölgeyi yurtlak edinmiştir” dediğini aktarmaktadır. Yine Irene Melikoff’a göre “H. Bektaş, Baba İlyas’ın halifeleri arasında sayılmakta ise de önde gelen bir kişi olarak görünmüyor. Kendini ayaklanmanın dışında tutmuş, muhtemel olarak belki de ancak 1246’da II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra olaylar durulduğu zaman ortaya çıkmıştır. Fakat ne tarikat kurmuş ne de sağlığında müridi olmuştur. Adının öne çıkması XIV. yüzyılda Osmanlı sultanlarının kendisini Yeniçeri Ocağı’nın piri saymaları iledir. Hacı Bektaş bu sırada sağ değildi. Ünü kendinden sonra ve kendisine rağmen yayıldı.” (Irene Melikoff, 2008, s. 80)
Hatun Ana (Kadıncık Ana)’ya muhip olan Abdal Musa, Bektaşi tarikatının gelişmesi ile yayılmasında önemli bir yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş sürecinde seferlere katılan Abdal Musa, gaziler ve Abdallar arasında daha sonra Bektaşilik olarak adlandırılacak süreci başlattı.
Abdal Musa’nın müridi olan ve kendisi gibi Vefai-Babai ekolüne mensup Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Bektaşi tarikatının gelişiminde çok önemli bir yere sahip. Balkanlar’daki seferlerde yer alan ve I. Murat tarafından kendisine yurtluk verilen Seyid Ali Sultan, Dimetaka’da Bektaşiliğin yayılıp gelişmesini sağlayan dergâhını kurmuştur. 1400’lü yılların sonlarında burada postnişin olarak oturan Balım Sultan, Bektaşi tarikatı için dönüm noktasıdır.
1400’lü yılların sonlarında, 1500’lü yılların başlarında Osmanlı İmparatorluğu, Kızılbaş “tehdidi” ile boğuşmakta ve Safevilere karşı mücadele etmenin yollarını aramaktaydılar. Bunun çok çeşitli yollarından biri çeşitli dergâh ve derviş gruplarıyla iletişime geçmek ve onları kontrol altında tutmak idi.
İşte bu dönemde II. Beyazıt, Bektaşi geleneğine göre (ancak arşivlerle uyuşmayan) Dimetaka postnişini olan Balım Sultan’ı (Hızır Bali) Pir Evine Sulucakaraöyük’e göndermiştir. Balım Sultan, Pirevi’ne Osmanlı desteği ile yerleştikten sonra hem merkezi dergâhı hem de ona bağlı diğer Bektaşi dergâhlarını teşkilatlandırmıştır. “Kızıl deli dergâhında çoktan belirmeye başlamış olan erkân ve ayinlere son halini vererek tarikatın ibadet uygulamalarını standartlaştırmıştır. Bu yüzden Bektaşi ayinlerinde uygulanan ritüellere balım Sultan erkânı denmektedir. Elbette ritüellerle beraber tarikat mensuplarının takip edeceği temel inanç esasları da kristalize edilmiştir. Doktrin ve ritüellerin net ve ayırdedici bir biçimde ortaya konulmasıyla beraber “Bektaşi Tarikatı” teşekkül etmiştir. İşte bu yüzdendir ki Balım Sultan “Pir-i Sani” olarak Bektaşi tarikatının kurucusu kabul edilmiştir.” (Rıza Yıldırım, 2019, s. 290)
Balım Sultan Dergâhı hâkim hale geldikten sonra kimlerin Bektaşi olabileceği, yönetimde yer alacağı tartışmaları yaşanmıştır. Balım Sultan, Bektaşi olmak için soydan gelmek gerekmediğini Bektaşi yolunun terbiye ve süreçlerini geçerek tekkede ruhani yolları katedenlerin Bektaşi olabileceğini söylüyordu. Bektaşiliğin soydan yani Hacı Bektaş’tan gelmesi gerektiğini söyleyenler (ve böylelikle tartışmalı bir şekilde Hac-ı Bektaş-ı Veli’ye kendilerini Peygamber soyuna dayandıranlar) ile buna gerek olmadığını “yol”u sürmek gerektiğini söyleyenler arasında ayrılık oldu ve ikili bir yapılanma ortaya çıktı.
Baloğlu denilen Dedeyan Kolu ve Yoloğlu denilen Babayan kolu.
Osmanlı devleti – Bektaşilik ilişkisi
Osmanlı İmparatorluğu, Hac-ı Bektaş Dergâhına “iyi” davranmıştır. II. Beyazıt, dergâhın vakıflarını genişletmiş, kişisel olarak tekkeyi ziyaret etmiş ve türbenin kubbesini kurşunla kaplatmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, Bektaşi Dergâhına özen gösterirken Kızılbaşların “tehdidi” ve Safevilerle olan mücadele nedeniyle pekçok başka tarikat ve derviş kovuşturmaya uğramış ve sürgün edilmişlerdir. Yavuz Sultan Selim dönemindeki katliamlar ise ayrı bir konudur. “Osmanlı Devleti’nin Safevilerin Anadolu’daki Kızılbaşlar üzerindeki etkisini kırarak onları denetimi altında toplayarak yönlendirmek adına bunlar ile dini yönden benzer motifleri paylaşan Bektaşiliğin bir tarikat olarak “kurumsallaşmasına” vesile olması da dikkate değer bir önlemdi… Ayrıca Bektaşiler, diğer bütün Kalenderi zümreleri Safevileri destekledikleri iddiasıyla takibata uğratılarak, zaviyeleri kapatılıp sürgüne gönderilirken bu sıkıntılardan kendilerini koruyup, kendilerine hatta devlet tarafından ihdas edilmek üzere yeni zaviyelerde açılmıştı…” (Yalçın Çakmak, 2019, s. 85)
Osmanlı İmparatorluğu’nun, Bektaşiliğe karşı gösterdiği bu tutum pek çok “gayrisünni/müteserri” tarikat ve dergâhların, Bektaşiliğin bu “meşru” konumundan faydalanmak için ona sığınmasına neden olmuştur.
Suraiya Faraghi, Anadolu köylerindeki Bektaşi zaviyelerinin Osmanlı merkezi hükümetinin hoşgörüsü ve bazen de koruması olmasa tutunamayacağını bu yüzden de tarikatın teşkilat yapısının önemli oranda “Osmanlı idaresinin arzu ve taleplerine göre belirlenmiş olmalıdır” demektedir. (Aktaran: Y. Çakmak, 2019, s. 85)
Yavuz Sultan Selim döneminde kısa bir süre kapanıp açılmasına karşın dergâh 1826 yılına kadar kesintisiz açık kaldı. Ne var ki, 1826 yılında II. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasıyla birlikte Bektaşi tarikatı da yasaklandı. Bu yasağın getirilmesinin yegâne sebebi Yeniçeri Ocağı ile olan bağlantı değildi; Osmanlı İmparatorluğu’nun dini ve kültürel önceliklerinin değişmesiydi.
- Mahmut’la birlikte devletin merkezileştirilmesi ve modernleştirilmesi sürecinde tüm muhalefetin susturulması için din ve özel olarak da sünni söylem araçsallaştırılmıştır. Din (Sünni İslam) homojen bir toplum yaratmak isteyenler tarafından iktidarın meşrulaştırılması için baskı unsuru olarak kullanılmıştır.
Bu süreçte Bektaşi tarikatına yönelik uygulamalar hayata geçirildi. “İdam, sürgün, tutukluluk, tekkelerin kapatılıp 60 yıldan yeni olanların yıkılması ve diğerleriyle birlikte bir bütün olarak mal ve gelirlerine el konularak cami, mescid, mektep gibi kurumlara dönüştürülmesi bunların belli baskılarıydı.” (Y. Çakmak, 2019)
Bektaşi tekkelerine Nakşibendi (özellikle Nakşibendi), Kadiri, Bayrami, Halveti, Mevlevi gibi tarikatlardan şeyhler atandı. Hac-ı Bektaşi Veli Dergâhı’nın başına 1913 yılına kadar Nakşibendi şeyhleri atandı. Dönemin şeyhi Hamdullah Efendi (Dedegan kolu/Çelebiler) yargılanıp Amasya’ya sürgün edilmişken, Sivaslı Mehmet Nebi Dedebaba’ya dokunulmamış ve dergâhta Nakşi şeyhi Mehmet Said Efendi gözetiminde yaşamıştır. 1832 yılından itibaren Bektaşiler peyderpey affedildiler. Sultan Abdülaziz döneminden itibaren tekrardan açık faaliyetlerine geçtiler.
- Abdülhamit döneminde 1877-78’deki Osmanlı-Rus Savaşından sonra yapılan Ayestefonas ve Berlin Antlaşmaları’nda yer alan maddeler nedeniyle “Ermenistan’a hudut tayin edileceği ve Hristiyanlar bahane edilerek Batılı devletlerin müdahale edeceği” yorumları/kaygıları Osmanlı İmparatorluğunu yeni politikalara sevk etti. Bunlardan biri de Kızılbaşları kazanmaktı.
“Söz konusu nedenlerden Bektaşiler, gerek bu süre zarfında (yasaklı yıllar ve sonrası) gerekse 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren meşruiyetlerini korunmak ve toplumsal destek sağlamak adına Kızılbaşlar içerisinde propaganda faaliyetine yöneldi. Bu da 1826 yılına kadar Doğu’daki Kızılbaşlar arasında yeterince örgütlü olmayan Bektaşiler ve Bektaşi tarikatının söz konusu tarihten itibaren bölgedeki faaliyetlerini artırmasına sebep oldu. II. Abdülhamit döneminde Bektaşilere Kızılbaşlara yönelik gerçekleştirilen bu faaliyetlerin başını da özellikle Çelebiler çekmiştir.” (Y. Çakmak, 2019, s. 164)
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engellemek için oluşturulan “İslamcılık” ve “Osmanlıcılık” projeleri çökünce İTC ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları ideolojik referans olarak “Türkçülük” projesine sarıldılar. Bu proje kapsamında yapılan çalışmalarda Alevilik ve Bektaşilik “keşfedildi”.
İTC’nin Merkez Komite Üyesi, Teşkilatı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti’nin kurucularından Baha Sait’e göre “…Türkmen aşiretlerinin liderlerinden biri olan Bektaşiliği Anadolu’nun milli mezhebi olarak görmektedir.” (Markus Dressler, 2016, s. 131) Ayrıca Baha Sait ,“Türk Alevi topluluklarının gerçek amacı Türk dilini, ırkını ve kanını korumaktır… Türk milli ideolojili Arap beynelminelciliğinde ifadesini hiçbir zaman bulamazken, Alevi tarikatların tekkelerinde bunu bulmuş, Bektaşi dergâhları ve köy toplulukları bunun en önemli misalleri olmuştur” demektedir. (Elise Massicard, 2017, s. 43)
F.Köprülü de Alevi inanç ve ibadetlerinin köklerini Orta Asya’ya kadar uzanan Türk geleneklerine bağlamıştır. “Zira ona göre, Orta Asya Türk gelenekleri ile Anadolu popüler din pratikleri arasındaki bağı Yesevi tarikatı kurmuştu. Yeseriliğin bir kolu olarak filizlenen Bektaşilik ise daha sonra genişleyip müstakil bir kol olmuş, hatta Osmanlı topraklarındaki ‘heterodoks’ dini akımların hemen hepsini bünyesinde birleştirerek Türklüğün ana kollarından birisi olmuştur.” (Rıza Yıldırım, 2020, s. 47)
Böylelikle Alevilik ve Bektaşilik ekseninde Türk milleti projesi uygulanmaya başlanmış daha sonraları da “Aleviliğin İslamiçi olduğu”, gerçek Türk Müslümanlığı/İslamı olduğu yönlü argümanlarda bu projeye monte edilmiştir. Projenin önemli ayaklarından birini de Bektaşiliğin Ahmet Yesevi ile bağlantısını kurmak oluşturuyordu. Böylelikle Orta Asya’dan bugüne kesintisiz bir Türk Aleviliği-Bektaşiliği inşa edilmiş olacak tüm Alevilerin Türk olduğu vurgulanarak özellikle Kürt Aleviliği ve Kürtlük inkâr edilmiş olacaktı. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hac-ı Bektaş Veli ile ilgili verdiği doğum ve ölüm tarihlerini yukarıda verdik. Ayrıca İrene Melikoff da Hac-ı Bektaş Veli’nin 1270-71 tarihinde öldüğünü, Ahmet Yesevi’nin ise 1166-1167 tarihinde ölmüş olduğunu söylemektedir.
Melikoff ayrıca “Uyur İdik Uyardılar” adlı kitabında “Vilayetnameye göre Hacı Bektaş, bir Ahmet Yesevi müridiydi. Bu elbette, yalnızca bir söylencedir” diyor. Ahmet Yaşar Ocak da “Her halükârda bugün, Yesevilik’in Anadolu’da daha 13. yy. başında Hacı Bektaş-ı Veli’nin (ö 1270) Haydarilik tarafından eritildiğini, Haydarilik’in Hacı Bektaş kültü etrafında gelişen bir kolunun 16. yüzyılın başlarında bağımsız hale gelerek Bektaşilik tarikatını oluşturduğunu çok iyi biliyoruz” şeklinde aktarıyor. (Ahmet Yaşar Ocak, 2018, s. 47)
Markus Dresler adı geçen kitabında Ahmet T.Kara, Mustafa’nın, “…bu iki Sufi arasında gerçekten kişisel bir ilişki olduğunu varsaysak bile –ki bu durum iki şahsiyetin yaşamlarının kesişmediği, ya da en azından çok kısa bir süreliğine kesiştiği düşünüldüğünde, hayli ihtimal dışı görünmektedir.- Yesevi-Bektaşi bağlantısının 13. yy. Anadolu Sofileri arasında bir Yesevi kimliği bulunması iddiasının inandırıcılıktan yoksun olduğunu, zira hem Yesevi hem de Bektaşi geleneklerinin bunlara ismini vermiş olan hocaların ölümünden asırlar sonra tarihsel olarak belirgin tasavvuf oluşumları haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle ‘Köprülü’den kaynaklanan Yeseviliğin Anadolu tasavvufunun ya da halk İslam’ının gelişmesinde belirleyici bir rol oynadığı görüşü[nün] artık bütünüyle terk edilme[si] gerektiğini iddia etmektedir. (Kara Mustafa) Türk kültürünün sürekliliği teorisi Köprülü’nün genel olarak ‘halk’ kültürünün sürekliliği ve özel olarak da Yesevi-Bektaşi bağlantısı savına dayandığından, Kara Mustafa’nın Köprülü’nün Yesevilik (Yeseviye) yorumuna yönelik eleştirisi, Sufi Müslüman kültürü ile Orta Asya ve Anadolu arasındaki başlıca süreklilik kanıtlarından birini bertaraf etmektedir” demektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra 30 Kasım 1925’te 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerde Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklarla BirTakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” çıkarılır. Bu kanunla, Mücahidin-Bektaşi’ye adıyla alay kurup 1. Emperyalist Savaşta Rus cephesinde yer alan, Büyük Millet Meclisi ikinci başkan vekili olan, Mustafa Kemal’in dergâhında ziyaret edip “Kurtuluş Savaşı”na destek istediği Cemaleddin’in (Ulusoy) postnişinliğini yaptığı Bektaş-ı Veli dergâhı olmak üzere bütün Kızılbaş-Alevi ocakları, dergâhları, tekkeleri kapatıldı.
Dergâhın değerli eşyaları Etnografya Müzesi’ne kaldırıldı. Diğer eşyalar ise Ankara İtfaiye Meydanı’nda satıldı. Elise Massicard bu kanundan sonra resmi olarak Bektaşilik faaliyetinin sona erdiğini ve tarikatın örgütsel merkezinin Arnavutluk’a taşındığını belirtmektedir.
1990’lı yıllarda gelişen toplumsal muhalefet çerçevesinde Kızılbaş Alevi-Bektaşi hareketlenmesi sonucu pek çok dernek ve vakıf hayat bulmuş, bu çerçevede Hac-ı Bektaş’ın Nevşehir’de bulunan dergâhı da kitlelerin tekrar buluşma alanlarından biri haline gelmiştir.
Hac-ı Bektaş Veli’nin tartışmalı hayatını ve tarikatın tarihsel sürecini, egemenlerle ilişkilerini belli çerçeveler içerisinde kısaca özetlemeye çalıştık. Günümüzdeki tartışma, Arnavutluk’ta bir devlet kurma tartışması “babagan” kolu içerisinde Arnavutluk’taki belli çevrelerin “devlet kuracağız” çıkışıyla ortaya çıktı.
Başta da bahsettiğimiz gibi Türkiye’deki iktidara yakın, çıkar ilişkisi geliştiren kimi Alevi-Bektaşi çevrelerde “dış güçler”, “Alisiz Aleviler” vb. argümanlarla bu “devlet çıkışına” karşı çıkıyorlar. Kendi Bektaşi silsilesi tartışmaları dışında bu konu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin içişlerine karışmak olarak iktidar yanlısı çevreler tarafından tartışılıyor, bu yönlü bir vurgulamada bulunuluyor.
Türkiye sınırları içerisinde sürekli ötekileştirilen, baskı gören, kimlikleri reddedilen, öldürülen/katledilen Kızılbaş Alevi Bektaşi birey ve toplulukların hiçbir demokratik hak ve talepleri karşılanmıyor. Muhalefet partisi lideri seçim meydanlarında “Alevi o, Alevi” denilerek Cumhurbaşkanı tarafından mitinge katılanlara yuhalatılıyor.
Sivas, Maraş, Çorum ve daha pek çok yerde insanların Alevi-Kızılbaş oldukları için evleri işaretleniyor, saldırıya uğruyor, kurşunlanıyor, yakılıyor, katlediliyorlar. Meydanlara çıkıp demokratik hak ve taleplerini dile getirdiklerinde en acımasız şekilde bastırıldıktan sonra başkaları tarafından kandırıldıkları, dış güçlerin oyununa getirildikleri, birilerinin düğmeye bastığı için harekete geçtikleri, devlet ve iktidar yetkililerine ve onlarla çıkar ilişkisi içinde olan kendilerine Alevi-Bektaşi diyen kimileri tarafından suçlanıyor ve hedef gösteriliyorlar.
Bu bağlamda, Alevi toplumun demokratik bir karakter taşıyan eşit yurttaşlık talebi ve mücadelesi önemli bir yerde duruyor. Alevi/Kızılbaşlar inanç, gelenek ve kültürlerini bağımsız kendi ayakları üzerinde duran bir çizgide inşa edecekleri/ettikleri öz örgütleri aracılığıyla inşa edebilir ve kurumsallaştırıp süreklilik sağlayabilir.