
“Bir Halkın Ordusu Yoksa Hiçbir Şeyi Yoktur!”:
Demokrasi Devrimle Gelecek
Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.
16 Temmuz 2025
İsrail ile İran arasındaki savaşa ara verilmesinden sonra Ortadoğu’da birbiri ardına önemli gelişmeler yaşanıyor.
Filistin ulusal direnişinin, 7 Ekim 2023 “Aksa Tufanı” saldırısından sonra İsrail Başbakanı soykırımcı B.Netanyahu’nun “Ortadoğu’nun haritasını değiştireceğiz” tehdidiyle başlayan işgal ve saldırganlık siyaseti önemli değişikliklere neden oldu ve olmaya devam ediyor.
Gazze’de Filistin halkına yönelik soykırım acımasızca devam ettirilirken, Lübnan Hizbullah’ına yönelik saldırılarının ardından Suriye’de Esad rejimi devrildi ve iktidar selefi cihatçı HTŞ çetesine teslim edildi. Hemen ardından da İsrail ve ABD’nin İran’a yönelik saldırısı gerçekleşti. İsrail’in İran yönelik saldırısının bir ön saldırı olarak değerlendirmek gerekir.
Önümüzdeki süreçte bu savaşın yeniden başlayacağı ihtimal dahilindedir. Savaşa şimdilik ara verilmiştir ve taraflar yeni bir savaşa hazırlık yapmaktadırlar.
Emperyalist tekeller arasında giderek artan çelişkiler beraberinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşı hazırlıklarına işaret ederken, emperyalist güçler ve bu güçlerin ekseninde olan bölgesel gerici güçler, bu gelişmelere karşı pozisyon almaya çalışmakta ve deyim yerindeyse kendi saflarını tahkim etmektedir.
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin askeri örgütlenmesi NATO üyesi ülkelerin, “savunma” adı altında silahlanma bütçelerini artırması bu nedenledir. Sadece silahlanma yarışının hızlanması değil örneğin Ukrayna savaşı ABD, İngiltere ve AB emperyalistleriyle Rusya emperyalizmi arasında bir bölgesel savaş olarak sürmektedir. Ortadoğu’da ise başını İsrail’in çektiği işgal ve saldırganlık tüm hızıyla sürmektedir.
Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretlerinin fazlasıyla ortaya çıktığı koşullarda, emperyalist güçler ve bölgesel gerici güçler kendilerini bu koşullara göre hazırlamaktadır.
Coğrafyamızda İsrail’in saldırganlığı bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yine TC devletinin “iç cepheyi tahkim” adı altında sürdürdüğü politika ve özellikle Kürt Ulusal Hareketi’yle (KUH) “uzlaşma” yönelimi bu açıdan değerlendirilmelidir.
Bu noktada şu önemlidir: ABD ve batı emperyalizmi açısından Orta Doğu’da siyonist İsrail’e yönelik temel politikasının “İsrail’in güvenliğini sağlamak ve çıkarlarını gözetmek” olduğu mutlaka dikkate alınmalıdır. Benzer bir durum ABD ve batı emperyalizminin yarı-sömürgesi olan faşist TC devleti içinde geçerlidir.
Bir NATO üyesi olan TC devletinin bölgesel dış politikasının şekillenişinde de ABD’nin çıkarları belirleyici önemdedir. Bu gerçeğin sayısız pratik tarihsel örneği bulunmaktadır. Dolayısıyla TC devletinin son süreçteki yönelimi ABD emperyalizminin bölgesel politikalarından bağımsız değildir.
Bu kapsamda örneğin Suriye’de Esad rejiminin ABD, İngiltere AB emperyalistleri, İsrail ve TC tarafından selefi cihatçıların “eğit donat” projesiyle devrilmesi ve iktidarın DAİŞ artığı HTŞ’ye teslim edilmesinden sonra yaşananlar bu gerçekliği kanıtlamaktadır.
Gelinen aşamada Suriye’de iktidar selefi cihatçılara teslim edilmiş ve “İsrail dostu” bir rejim inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi ve Suriye Demokratik Güçleri’nin inşa edilen yeni rejime entegrasyonu için çaba harcanmaktadır. ABD’nin girişimleriyle HTŞ ile SDG arasında 10 Mart 2025 tarihli anlaşmanın ardından Şam’da yeni görüşmeler yapılmaktadır.
Bu görüşmeler sürerken ABD emperyalizminin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Suriye ve Irak’ta federal yönetim modellerinin işleyemeyeceğini belirterek, “Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye” ifadelerini kullanması dikkat çekicidir. (10.07.2025)
ABD emperyalizminin Türkiye-Suriye Genel Valisi’nin, TC devletinin bilinen “tekçi” faşist yaklaşımıyla benzer açıklamalar yapıyor oluşu dikkat çekicidir. Dikkat çekici olan ise T.Barrack’ın Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “çözüm” modelidir. T.Barrack, bölge için “Osmanlı millet sistemi”ni önermektedir: “Osmanlı millet sistemi, tarihte farklı kimliklerin barış içinde bir arada var olabildiğinin önemli bir örneğidir. Bu modelin, bugün Ortadoğu’da barış ve istikrarın temeli olabileceğine inanıyorum.” (4 Temmuz)
Bu yaklaşım kendini fesheden KUH gerillalarının sembolik olarak silah bırakmasından sonra Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan yaptığı açıklamayla örtüşmektedir: “Türk, Kürt, Arap birse, beraberse o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ayrıştıklarında, bölündüklerinde ise mağlubiyet, hezimet, hüzün vardır. Bugün Malazgirt ruhu, bugün Kudüs ittifakı, bugün İstiklal Savaşı’nın nüvesi yeniden şekilleniyor” diyerek “Sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, Irak ve Suriye’deki Kürt kardeşimin meselesi de bizim meselemizdir. Onlarla bu süreci görüşüyoruz” ifadelerini kullanmaktadır. (12 Temmuz)
Faşizm koşullarında demokratik siyaset hedefi!
T.Barrack’ın açıklamalarıyla R.T.Erdoğan’ın açıklamalarının paralelliği bir tesadüf olarak değerlendirilemez.
Ortadoğu’da ABD, İngiltere, AB emperyalistlerinin çıkarlarını gözeten, İsrail ve TC’nin bölgesel yayılmacı politikalarının önünü açan bir yönelim olduğu anlaşılmaktadır. Bu politika, Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasını için Türk hakim sınıflarının gündemleştirdiği “Yeni Osmanlıcılık” propagandasıyla örtüşmektedir.
Dolayısıyla TC faşizminin son süreçte özellikle KUH’la geliştirdiği ilişkinin (KUH’nin amaç ve hedefinden farklı olarak) arka planında Türk hakim sınıflarının Suriye ve Irak’ı kapsayacak biçimde -tıpkı geçmişte olduğu gibi- yeniden “İslam bayrağı altında” “Türk-Kürt-Arap ittifakı”nın kurulması hedefi vardır. “Misak-ı Milli” sınırları içinde Türk hakim ulus imtiyazı altında, Kürt ve Arap uluslarının entegrasyonu hedeflenmektedir. Türk hakim sınıflarının güncel politikasının bu olduğu anlaşılmaktadır.
Hatırlanacağı üzere Ortadoğu’da İsrail saldırılarıyla birlikte Türk hakim sınıfları “iç cepheyi tahkim etme” politikası devreye sokulmuş ve bu amaçla MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan ve ABD ve İsrail’in yardımlarıyla esir edilip TC’ye teslim edilen ve 26 yıldır İmralı Hapishanesi’nde tecrit altında tutulan KUH lideri Abdullah Öcalan’ın inisiyatifinde gelişen bir “süreç”in söz konusu olması, bu gelişmelerle birlikte değerlendirilmelidir.
Adı konulmayan ve taraflarca “Terörsüz Türkiye” ya da “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” olarak adlandırılan “sürecin” özellikle KUH tarafından yükümlülüklerin yerine getirildiği ancak sorunun kaynağını oluşturan TC devletinin herhangi bir somut adım atmadığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, yukarıda işaret ettiğimiz konuşmasında; “İlk adım olarak TBMM’de bir komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını konuşmaya başlayacağız” ifadelerini kullanarak, “AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdiklerini” de açıklamıştır.” (12 Temmuz 2025)
Kısaca TC devleti, ilk elden yapması gerekenleri örneğin hapishanelerdeki hasta tutsakların ve rehin tutulan tutsakların serbest bırakılması, kayyum atamalarının iptal edilmesi vb. gibi yasal düzenleme gerektirmeyen adımları dahi atmamakta ısrar etmektedir. Öte yandan R.T.Erdoğan, meselenin “çözümü”nü komisyona havale ederken, aynı zamanda DEM Parti’yi iktidarla “işbirliği” içinde davrandığını ileriye sürerek, “çözüm”den ne anladığını ortaya koymuş durumdadır.
AKP iktidarının “çözüm planı” Kürt ulusuyla barış değil, Kürt ulusunun bir kez daha hakim Türk ulus imtiyazını kabulü, ezilen bağımlı Kürt ulus statüsünün, “İslam kardeşliği” adı altında yeniden üretimidir.
Görüleceği üzere TC devleti ile KUH’un “çözüm”den anladıkları bambaşka şeylerdir. Sorunun kaynağını ortadan kaldırmak değil tam aksine sorunu yeni koşullar altında güncellemek hedefi söz konusudur. KUH’un bu gerçekliğin farkında olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Buna rağmen bizzat A.Öcalan’ın ifadeleriyle “kendisi ve devlet yetkilileriyle” yapılan görüşmelere paralel olarak, KUH lideri A.Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı çağrısının ardından PKK, 5-7 Mayıs 2025 gerçekleştirdiği Olağanüstü 12. Kongre ile kendini feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etti.
9 Temmuz 2025 tarihinde İmralı’dan bir video mesajı yayınlandı. Ardından kendini “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” olarak tanımlayan bir grup PKK gerillası, 11 Temmuz 2025 tarihinde Irak Kürdistanı’nda silahlarını yakarak imha etti. Bu anlamıyla KUH cephesinden verilen sözleri yerine getirildi.
Bu noktada yukarıda ifade ettiğimiz sorunun kaynağı vurgumuzun altı çizilmelidir. Türkiye’de Kürt ulusal sorununun nedeni Türk hakim ulus imtiyazlarının korunması, ezilen bağımlı Kürt ulusunun başta Özgürce Ayrılma Hakkı olmak üzere en temel haklarının gasp edilmesi, kitle katliamlarına, baskı ve işkencelere maruz bırakılmasıdır.
Kürt ulusu üzerinde ulusal baskıyı ısrarla sürdürme politikasıdır. Dolayısıyla Kürt ulusunun silahlı mücadelesi, bu ulusal baskı politikasına, kitle katliamlara karşı gelişen haklı bir devrimci savaş olarak gelişmiştir. Haklı ve meşrudur.
A.Öcalan’ın KUH’un paradigma değişikliğine gerekçe olarak ileriye sürdüğü “varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” söyleminin doğru olmadığı ise açıktır. Bu coğrafyada Kürt ulusu can bedeli bir mücadele yürütmüş, deyim yerindeyse “küllerinden yeniden doğmuştur.” Ancak bu topraklarda Kürt ulusunun, PKK ile birlikte var olduğunu iddia etmek tarihsel gerçeklere aykırıdır.
PKK’ye kadar tarihe not düşen isyan hareketleri bir yana daha PKK ortada yokken İbrahim Kaypakkaya, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olarak var olduğunu ifade etmiş, Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkı başta olmak üzere bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu temelde Kaypakkaya, okun sivri ucunu ezen ulus imtiyazlarına ve hakim ulus milliyetçiliğine yöneltmiştir.
Gelinen aşamada, bırakalım, Kürt ulusun bir ulus olmaktan kaynaklı haklarının kabul edilmesi, en genel demokratik hakların kullanılmasında dahi sorun olduğu açıktır. Her şey bir yana, bırakalım düzen dışı muhalefete yönelik faşist saldırganlığı, 19 Mart sonrasında burjuva muhalefete yönelik devreye sokulan politika bile “kör göze parmak sokarcasına” ortadır.
Türkiye’de faşizm sadece bir devlet biçimi değildir. Aynı zamanda bir yönetme biçimidir. Kendi içlerindeki klik dalaşında bile faşizmi uygulayanların, söz konusu işçi ve emekçiler, Kürt ulusu, azınlık milliyetler ve inançlar vb. olduğunda “demokrasi” uygulayacağını ileriye sürmek eşyanın tabiatına terstir.
Dolayısıyla KUH sözcülerinin “pozitif entegrasyon” ya da “demokratik entegrasyon” olarak tanımladıkları “şey”in koşulları yoktur. Ki tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı faşist bir devlet aygıtına entegrasyonla onu “demokratik toplum”a dönüştürülebileceği yanılgısı, komünistlerin Paris Komünü’nden günümüze deneyimlediği bir tezdir ve elbette gerçekçi değildir.
Devrimci savaş her şeye kadirdir ve görevler bizimdir!
Daha önceden A.Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”na yönelik değerlendirmemizi “Asrın Çağrısı”: Çözüm Mü Çözülme Mi? başlığıyla ele aldığımız için burada yeniden ayrıntıya girmiyoruz.
Nitekim bu çağrı sonucunda PKK kendini bir kez daha feshetmiş ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını ilan etmiştir. Ardından da sembolik olarak silah yakma töreni gerçekleştirilmiştir. Sembolik de olsa gerillanın silahsızlandırılması göz ardı edilemez; bu çok önemlidir.
Ancak temel değildir. Önemlidir çünkü genel olarak bu tavır halkın silahsızlanmasını teşvik eder, böylece doğru bir ideolojik çizginin, proleter askeri strateji geliştirme olasılığını zorlaştırır.
Silah meselesi neden önemli ama temel değildir? Çünkü silahlar herkesin elinde olabilir, ancak silahların doğru ideolojiyle yönlendirilen savaşçıların elinde olması meseleyi temelden farklılaştırır.
Başkan Mao; “ideolojik ve siyasi çizginin doğru olup olmadığı her şeyi belirler. Parti çizgisi doğru olduğunda her şeye sahibiz. İnsanımız yoksa, buluruz; silahımız yoksa, alırız; gücümüz yoksa, fethedersiniz. Çizgi yanlışsa, kazandıklarımızı kaybederiz” demektedir. Dolayısıyla silahlara hangi ideolojik siyasal çizginin emrinde olduğu belirleyicidir, silahın kendisi değil. Bu konuda net olunmalıdır.
Ancak yine de silahları imha etmenin, -bir kararlılık göstergesi olarak yansıtılsa da- bu “gösteri”nin silahlı mücadelenin, devrimci şiddetin modası geçmiş ve yenilgiye “mahkum” bir yol olarak propaganda edilmesine vesile olacağı ve olduğu açıktır.
Nitekim A.Öcalan defalarca bu türden açıklamalarda bulunmuştur. Ancak Ortadoğu coğrafyasında silahlı mücadelenin miadını doldurduğunu ilan etmek, gerçeklerle uyuşmaz. Nitekim bunu silah yakanlarda açıkça ifade etmektedir. “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına yapılan açıklamada; “Dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü ve halkımızın barış içinde özgür, eşit ve demokratik bir yaşama her zamankinden daha fazla ihtiyacının olduğu bu ortamda attığımız bu tarihi adımın büyük önemini, doğruluğunu ve aciliyetini görüyor ve hissediyoruz.” (11 Temmuz 2025)
Silahlarını imha edenlerin dahi; “dünyada faşist baskı ve sömürünün arttığı, bölgemiz Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü”nü ifade edildiği koşullarda böylesine bir adımın tarihsel bir kırılmaya işaret ettiği açıktır. Emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin savaşa hazırlandıkları bir konjonktürde “demokratik siyaset” adına yapıldığı söylenen silahsızlanma pratiği ciddi bir soru işaretidir.
Kürt ulusunun var olma ve kazandığı hak ve özgürlüklerini savunmak için de, silahlı güçlerinin bulunması, üstelik de işgalci ve yayılmacı devletlerin varlığı ve Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum gözönüne alındığında gerekli ve zorunludur. Kürt ulusunun hiçbir uluslararası güvenceye, anayasal garantilere ve hukuksal bir statüye sahip olmadan silahsızlanmasını talep etmek yanlıştır ve dahası tehlikelidir.
Bu konuda Başkan Mao’nun; “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur. Bu meselede hiçbir boş teoriye yer yoktur” uyarısı dikkate alınmalı ve dahası; “Bizi savaşın her şeye gücü yeten teorisinin destekçileri olarak alay edenler var. Evet, biz devrimci savaş teorisinin destekçileriyiz; bu kötü bir şey değil, iyi bir şey, Marksist bir şey” yaklaşımı akıldan çıkarılmamalıdır.
Ancak her şeyden önce Kürt ulusal sorununun çözümünün proletaryanın omuzlarında olduğu bilinciyle, işçi sınıfı ve halk arasında çalışmalarımızı ısrarla sürdürmeli, “demokratik toplumun” ancak ve ancak Demokratik Halk Devrimi ile inşa edilebileceği unutulmamalıdır. Bu anlamda özellikle Kürt halkı içinde çalışmanın önemi daha fazla açığa çıkmış durumdadır.