Gazze’yi Kurtaracak Tek Güç, Ellerindeki Silahlar ve Yürüttükleri Direniştir!

 Gazze’yi Kurtaracak Tek Güç, Ellerindeki Silahlar ve Yürüttükleri Direniştir!

“Ortadoğu’da Filistin direnişini gündemine taşımayan, dillendirmekten imtina eden her arayış ya da hak talebi lekelidir ve eksiktir.”

22 Ağustos 2025

Gazze’de insanlık tarihsel bir sınavla karşı karşıya. Filistin ulusal direnişinin, 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı Operasyonu’ndan bugüne yaşanan olayların benzeri tarihte çokça yaşandı. İnsanlık bu ve benzeri olaylar karşısında sınanarak bugünlere geldi. Kapitalizmin modern zamanları, halkların trajedileri üzerinde yükselmeye devam ediyor. Bu trajedinin adı bugün Gazze’dir.

İsrail Gazze Şeridi’nin tamamını işgal etmek için kapsamlı bir operasyon hazırlığı yapıyor. Bu işgal harekatı ile birlikte 1 milyona yakın Filistinlinin bölgeden sürülerek veya katliamdan geçirilerek Gazze Şeridi’nin insansızlaştırılmasının tamamlanması hedefleniyor.

7 Ekim tarihinden bugüne bir bölge binlerce yıllık tarihi ve kültürüyle moloz yığını haline getirildi. Bir bölge, hafızası üzerine yağdırılan bombalarla yok edilmeye çalışılıyor. Gazze den geriye açlık ve barbarlık kaldı. Eğer böyle devam ederse insanlık adına geriye sadece utanç kalacaktır.

Ortadoğu kapitalist barbarlığın ordularının postallarının altında ezilmeye devam ediyor. Yüz yıl önce bu barbarlık Ermeni, Süryani, Rum kanı üzerinden coğrafi sınırları şekillendirmişti. Bugün ise Filistin halkının kanı üzerinden Ortadoğu yeniden yapılandırılmaya, şekillendirilmeye ve paylaşılmaya çalışılmaktadır.

ABD ve NATO eksenli emperyalist blok, bölgede rakibi Rus ve Çin emperyalizminin karşısında kazanmış olduğu görece başarının verdiği rüzgarla askeri saldırganlık ve siyasi tahakküm kurma anlamında tam bir pervasızlık içerisine girmiştir. Bölgenin sınırları ve coğrafi yapısı, ABD/NATO eksenli emperyalist bloğun çıkarlarına uygun hale getirilmeye çalışılıyor. Jeo-stratejik hedefler bölgesel düzlemde yeniden kuruluyor. Jeo-politiğin tüm dinamikleri yeni duruma uygun hale getirilmeye çalışılıyor.

7 Ekim’den sonra bölgede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çok geçmeden anlaşılacaktı. 7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu, ezilen Filistin ulusunun İsrail siyonizmine karşı haklı ve meşru bir saldırısı olarak tarihteki yerini almıştır.

Fakat bununla beraber ABD, İngiliz ve AB bünyesindeki emperyalist devletlerin desteğini blok halinde arkalayan İsrail siyonizmi, 7 Ekim operasyonunu kendisi için haksız bir işgal ve katliam savaşına dönüştürerek, Filistin halkı üzerinde soykırıma ve dahası bölgesel yayılmacılığı için bir kaldıraca dönüştürmeye çalışmıştır. Ve belirtmek gerekir ki, -bu konuda yaşanan gelişmelerden de hareketle- kendisi açısından bir hayli yol aldığı ise bir gerçektir.

Hizbullah’ın İsrail siyonizmi karşısında ağır kayıplar yaşaması ve bu hareketin önderi Hasan Nasrallah’ın katledilmesi ile devam eden süreç, 8 Aralık’ta Suriye’de BAAS rejiminin çökmesi ile Ortadoğu’daki tablo bütünüyle değişmiştir. Yaşanan bu değişim, basit bir değişim değil bölgenin belki de bundan sonraki sürecini tümden şekillendirip, etkileyecek türdedir. Bu değişimi yaratan, emperyalistler arası yaşanan rekabet ve bölgesel güç durumuna gelmiş devletlerin hegemonya mücadelesidir. Doğal olarak yaşanan değişim, ABD/NATO eksenli emperyalizmin ve bölgesel güçlerin çıkarları doğrultusunda biçim almaktadır.

Hizbullah lideri H.Nasrallah’ın katledilmesi, bölgenin siyasi dengelerini bozmuştur. Nasrallah bölgede dengelerin kurulmasında önemli bir karakterdi. Nasrallah gibi bir lider, İsrail’in bölgesel çıkarları doğrultusunda ortadan kaldırıldı. Lübnan ve Filistin direnişinin en büyük kaybı belki de Nasrallah’ın katledilmesi olmuştur.

Yaşanan bu değişimden Ortadoğu halklarının payına ise daha fazla sömürü, çatışma, açlık, kan ve gözyaşı düşeceği ise açıktır. Son üç yıllık süreç bunu kanıtlayan verilerle doludur.

Emperyalist ve bölgesel gericiliğin Filistin direnişi silahsızlandırma çabası

Bununla beraber aralarında Türkiye ve Arap devletlerinin de olduğu on yedi ülke tam da kendi uşak ve işbirlikçi pozisyonlarının bir gereği olarak; Gazze’de halk açlık ile boğuşuyorken başta HAMAS olmak üzere Filistin direniş gruplarına silah bırakma çağrısı yaparak aslında Filistin sorunu karşısında kimden yana olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Emperyalistlerin ve onların yerel ile bölgesel uşaklarının en büyük korkusu tam da direniş gruplarının ellerindeki silahtır.

Emperyalistlerin ve bölge gerici devletlerinin hem dünyada hem de özel olarak Ortadoğu’da silahlı komünist ve devrimci hareketler ile ulusal kurtuluş hareketlerini silahsızlandırma ve düzen sınırlarının içerisine çekerek eritme politikası, reformist ve çeşitli burjuva liberal hareketler tarafından da desteklenmektedir. Hatta bu politika karşısında kendilerine belirli bir misyonda yükleyerek yüksek perdeden propaganda etmekte ve tabi ki “demokrasi”nin önündeki en büyük engelin silahlar olduğunu dillendirmektedirler.

Filistin’de direniş gruplarının ellerindeki silahların bırakılmasının Gazze’deki trajedinin son bulmasında belirleyici faktör olacağını savunan bu kesimler, tarihsel olarak kendi misyonlarına uygun hareket etmektedirler.

Bugün Gazze direniyor ve İsrail tanklarının altında ezilmemişse bunun nedeni silahlı karşı koyuşun devam ediyor oluşudur. Silahlar bırakıldığı andan itibaren bombalar ve açlıkla sürdürülen soykırım, tehcirle devam ettirilecektir.

İsrail siyonizminin eli kanlı başbakanı B.Netanyahu’nun bütün bir Gazze’yi işgal ve ilhak planı, emperyalist efendilerinden onay almış bulunmaktadır. İsrail güvenlik kabinesi, işgal planını onaylamıştır. Önümüzdeki haftalar veya günlerde bu işgal ve katliam saldırısının başlama ihtimali yüksektir.

Gazze’de yaşanan dünün değil, geleceğin konusudur!

Karl Marks’ın Paris Komünü değerlendirmesinde dile getirdiği harika durum tespitini serbest çeviri ile günümüze uyarlarsak; silahlandırılmış Gazze demek, silahlı devrim demektir. Veya Gazze’de bugün silahlı Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi, karşı devrimci siyonist İsrail işgalciliğine karşı savaşıyor.

İlerici, devrimci tüm dünya halklarının bugün acı duyacakları tek şey, Filistin direniş gruplarının ellerindeki silahların yetersizliği olabilir ancak. Bunun dışındaki her söylem ve ifade, siyonizmin yedeğine düşmekle eş anlamlıdır.

İfade ettiğimiz gibi Ortadoğu’nun öne çıkan ve en acil gündemi, Gazze’de yaşanan insanlık dramıdır. Halklar, Gazze’ye baktığında yıkım ve katliam ve barbarlığı görürken emperyalist kapitalist sistemin efendileri, alışveriş merkezleri, gazino ve kumarhaneler, plazalar, limanlara demirlemiş ticaret gemileri görmektedir.

Tereddütsüz bir şekilde ifade etmek gerekir ki; Ortadoğu ve hatta belki de dünyanın en önemli ve acil gündemi Gazze’de yaşanan soykırımdır. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün bir yüz yıla damgasını kara bir leke olarak vuracak olan şeyde yine bu soykırım olacaktır. Gazze’deki bu trajedi son bulmadan bölgede barış, istikrar ve huzur olmayacaktır. Diplomasi koridorlarında aranan hiçbir çözümün meşruluğu yoktur. Ortadoğu’da Filistin direnişini gündemine taşımayan, dillendirmekten imtina eden her arayış ya da hak talebi lekelidir ve eksiktir.

Gazze’de yaşananlar karşısında dünya bir tarafta emperyalist kapitalist düzenin efendileri ve onların işbirlikçileri, diğer tarafta ezilen dünya halkları olmak üzere ikiye bölünmüştür. Tarih bir kez daha ezilen halkların gerçek dostunun başta işçi sınıfı olmak üzere diğer halklar olduğunu göstermiştir.

Bu açıdan Filistin direnişi de kendi dinamiklerine yaslanarak ama bununla beraber diğer halklardan aldığı güç ve destekle mücadelesini zafere taşıyacaktır.

Suriye’de emperyalist paylaşımın etkileri

Suriye’de BAAS rejiminin yıkılması ve devamında HTŞ çetelerinin Şam’ı ele geçirmesi ile birlikte Suriye açısından da yeni bir dönem başlamıştır. ABD, İngiliz ve Türk devletinin yıllardır bir şekilde hazırladığı, eğitip donattığı HTŞ çeteleri ve onun lideri Colani görece kolay bir zaferle BAAS’tan Suriye devletini olduğu gibi devraldı.

HTŞ, devleti ele geçirdiğinden bugüne geçen zaman dilimine rağmen Suriye’deki sorunların çözülüp hafiflemesi bir yana giderek daha fazla derinleşti. Suriye toplumunu rahatlatacak hiçbir adım atmadı. Halk üzerinde daha ilk günden baskı mekanizmalarını aktif hale getirerek hızlı şekilde kendisine güvensizliği örgütledi. Cihadist çeteler ve DAİŞ unsurlarının yağma ve talanının önünü açtı. Özellikle alevi ve gayri müslimlerin mallarına el koyma, yağmalama olayları gözle görülür şekilde arttı.

Suriye devlet geleneği BAAS’ın Arap şovenizmi ile faşist sistemine selefilik ideolojisi de eklenerek devam ettirildi. HTŞ de tıpkı BAAS gibi Arap şovenizmini kullanmakta, ek olarak bu ideolojiyi selefi cihadist ideoloji ile birleştirip faşist bir düzen kurmak istemektedir. Emperyalizme ve Suudi Arabistan ile Türkiye gibi bölge gerici devletlerine olan ekonomik-siyasi bağımlılığı Suriye devletinin karakterinin belirlenmesinde belirleyici bir role sahiptir.

Bundan dolayı BAAS rejiminin yıkılması ile birlikte Suriye’de iç savaş son bulmamış, bizzat Türk devletinin yönlendirmesinde HTŞ ve Türk devletine bağlı SMO çeteleri eliyle devam ettirilmiştir. HTŞ’nin tekçi, ırkçı yapısı toplumun diğer azınlık ve uluslarına temsil hakkı tanınmasının önünde engeldir. Türk devleti de Suriye’de kendi suretinde bir sistem istemektedir. Kendi tarihi tecrübe ve pratiklerini HTŞ’nin de tekrarlamasını önererek, toplumun diğer kesimlerine yönelik sistematik yok sayma politikasını işletmektedir.

HTŞ, Türk devlet geleneğinden çok şey öğrendiğini kanıtlamaya çalışırcasına, Alevilere yönelik katliamları, pogromlar halinde sürdürmektedir. Yine Dürzi bölgelerine yönelik yapılan saldırlar ve katliam girişimi halen devam etmektedir. HTŞ azınlıklara ve farklı dini etnik gruplara yönelik sistematik yok etme planını devreye koymuş bulunmaktadır. Elbette ki HTŞ’nin akıl hocalığını katliam ve soykırım konusunda tecrübeli olan ve İsrail’den farklı olmayan Türk devleti yapmaktadır.

HTŞ’nin ideolojik ve siyasi olarak bağımsız hareket etmesi söz konusu değildir. ABD/NATO projesi olarak doğmuş büyütülmüş ve semirtilmiştir. İdeolojik olarak selefi-cihadist bir yapı olmasının yanında; siyasal programı tamamen ABD, Fransa ve İngiliz emperyalizminin bölgesel çıkarları doğrultusunda oluşturulmuştur. Ve bu program büyük ölçüde İsrail’in bölgesel hegemonyasının pekiştirilmesine göre olsa da Türk devletinin çıkarları da es geçilmemiştir. Fakat esas patron ABD, Fransa ve İngiltere’dir. Ve günün sonunda son sözü bunlar söylemektedir.

Emperyalist tekeller Suriye haritasına baktığında devasa inşaat alanı, petrol ve doğal gaz rezervleri ile toprak elementleri görmektedir. On beş yıldır enkaz haline getirdikleri Suriye’de şimdi sermaye için rant zamanının geldiğine karar vermişlerdir.

Rusya’nın etkisinin önemli ölçüde kırılması ile birlikte Suriye pazarı, ABD Fransa ve İngiltere eksenli sermaye grupları ve onların taşeronları için açılmıştır. Fakat bununla beraber sermayeye rahat bir alan oluşturacak istikrar yakalanabilmiş değildir.

HTŞ, arkaladığı desteğe rağmen ve devleti ele geçirmesine karşın iktidar olamamıştır. HTŞ, Suriye’de kitle desteğine sahip bir hareket olmadığı gibi Şam’ı ele geçirdikten sonra da beklediği kitle desteğini görmemiştir. Aleviler, Dürziler, Hristiyan topluluklar, seküler bir yaşam biçimini benimseyen Araplar, Kürtler ve birçok Arap aşireti, HTŞ yönetimine kuşku ile yaklaşmaktadır. Suriye’de taşlar daha tam olarak yerine oturmamıştır. HTŞ, mevcut çizgisinde devam etmekte ısrarlı olursa onun da ömrü çok uzun olmayacak, en azından bir revizyondan geçirilecektir.

Suriye’de Aleviler, Dürziler ve Kürtler kendi yaşadıkları bölgelerde ademi merkeziyetçi bir yönetim talep etmektedirler. Kuzey-Doğu Suriye’de inşa edilen sistemden esinlenerek Kürtlerin, Dürzilerin ve Alevilerin Suriye devleti karşında çıkarları ve talepleri ortaklaşmıştır. Bu üç topluluk, gelinen aşamada birbirine daha fazla yakınlaşmış bulunmaktadır. Keza Türkmenlerin belirli bir kesimi de HTŞ karşısında arayış içerisindedir.

Bu durum, azınlık durumundaki milliyetleri, dini toplulukların hak ve taleplerinin karşılanması anlamında olumlu bir durumdur. Temel hak ve özgürlükler mücadelesinin ortaklaştırılması, Suriye halkının geleceğinin farklı alternatifler oluşturarak kazanılmasında önemlidir. Dürzi toplumunun “özerklik” ilan ederek kendi yönetim organlarını oluşturmaları, Rojava’dan sonra Suriye’deki halklar hanesine ikinci kazanım olarak yazılmalıdır.

Bununla birlikte Rojava’da elde edilen kazanımlar düşünüldüğünde, bir talep olarak öne sürülen “ademi merkeziyetçi” yönetim bir geri adım olarak okunmalıdır. Rojava özerk yönetimi, Kürt ulusal hareketinin içerisine girmiş olduğu yönelime uygun olarak kendi konumunu yeniden tanımlamaktadır. Özellikle merkezi devlet yapısına entegrasyon meselesi, Rojava Özerk Yönetimi tarafından da kabul gören ve adımlarını buna göre hesaplayan bir durum oluşturmuştur. HTŞ yönetimindeki Suriye devlet yapısının karakterini yukarıda belirttik. Entegrasyon bu devlete olacaktır. Ve doğal olarak ifade edilen entegrasyon yaşama geçtiği taktirde Rojava’nın ilerici demokratik yapısı önemli kayıplar yaşayacaktır.

Rojava Özerk Yönetimi’nin geri adım atmasında diğer belirleyici faktör de ABD ve Fransa’nın merkezi devletle uzlaşmaları yönünde uyguladığı tazyik ve Türk devletinin müdahale tehditleridir. Kürt ulusal hareketi, Rojava’da ABD ve diğer DAİŞ’e karşı uluslararası koalisyon devletlerini doğrudan karşısına alabilecek durumda değildir.

Yıllar içerisinde özellikle ABD ile kurulan ilişkiler geri dönülemez bir biçim almıştır. SDG komutanı Mazlum Abdi de Yeni Yaşam gazetesine verdiği röportajda ABD, Fransa İngiltere gibi devletlerin yaptıkları müdahaleleri, “Dış devletler düzeyinde de Suriye’ye yaptırım uygulayan Avrupa ve ABD gibi devletlerin söz hakkı var” diyerek meşrulaştırma yoluna gitmiştir.

Bu söylem, Suriye’nin emperyalizmin sömürge ve yarı sömürge statüsüne rıza üretip kabul ettiği anlamına gelir. Ki ezilen halklar adına oldukça tehlikeli bir yönü işaret etmektedir. Kürt ulusal hareketi, Suriye’de yaşananlardan hareketle sürece pragmatik yaklaşmaktadır. Hakeza Mazlum Abdi, İsrail ve Türk devletini karşısına alacak her türlü söylem ve ifadelendirme biçimlerinden özellikle kaçınmıştır.

Bir taraftan diğer azınlık gruplarla ilişkiler geliştirilmeye çalışılırken diğer yandan “Suriye hükümetinin de Alevilerle savaş” diyerek yaşanan katliamı bulanıklaştırıp HTŞ’ye göz kırpmaktadır.

HTŞ de keza bir taraftan Rojava Özerk Yönetimi ile görüşmeler yaparken diğer yandan Arap aşiretlerini kışkırtarak Rakka, Der Zor ve Tabka gibi şehir ve kasabaları, Kuzey-Doğu Suriye özerk bölgesinden koparma hamlesine başvurmaktadır. Elbette ki burada da HTŞ’nin akıl hocası Türk devletidir. HTŞ’nin bu hamlesi şimdilik Özerk Yönetim tarafından bu bölgelerdeki aşiret yapılanmalarına “özerklik” ve kendi askeri meclislerini kurma ve alt yapı hizmetlerini çeşitlendirme hamlesiyle boşa çıkarılmıştır. Fakat özellikle bu şehirlerde karışıklık yaratılarak buraların Özerk Yönetim’den koparılma tehlikesi devam etmektedir. Bu nedenle Kuzey-Doğu Suriye içinde bir dizi toplantı, görüşme, konferans vb. ile hem aşiretlerin hem de diğer azınlık ve etnik grupların aynı siyaset etrafında hareket etmeleri konusunda ciddi çabalar mevcuttur.

Özetle; Suriye’de iktidar boşluğu bulunmaktadır. Yapılan tüm görüşmelerin ve karşılıklı hamlelerin, temel hakların garanti edilmesinin yanında iktidarı ve gücü paylaşma mücadelesi olduğu açıktır. Esas dert, Suriye devlet mekanizmaları içerisinde kimin ne kadar ve nereye kadar temsil edileceği meselesidir. Entegrasyon ana başlığı altında yürüyen tüm tartışma ve görüşmeler bunun içindir.

Bundan dolayıdır ki her yapı (buna Türk devletinin kontrolündeki SMO grupları da dahil) kendi gücünü konsolide etmeye veya gücünü tahkim ve buna uygun ittifaklar geliştirmeye çalışmaktadır.

Irak ya da Lübnan’daki devlet modeli, Suriye içinde bir seçenek haline getirilmek istenmektedir. Bu modele emperyalist devletlerden, kısmen ABD’nin şerhi bulunsa da, esasta itiraz yoktur. Esas itiraz, Türk devletinden gelmektedir. Fakat öyle görünüyor ki birebir aynısı olmasa bile günün sonunda Irak ve Lübnan modeline rıza göstermek zorunda kalınacaktır. Ya da savaş seçeneği son noktayı koyacaktır.