“Yerin, göğün, tarihin, zamanın ve suyun huysuzları”ydılar onlar. Cezayir’den Fransa’ya, Vietnam’dan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, Rusya’dan ABD’ye, Japonya’ya, Brezilya’dan Türkiye’ye, Kürdistan’dan Filistin’e… Kaypakkaya, Haki Karer, Dörtler, Deniz-Hüseyin-Yusuf, Nurhak’ta Sinan Cemgiller, Ulaş Bayraktaroğlu… Bu huysuzlar isyan ettiler, kaldırım taşlarını söktüler, burjuvazinin sırça köşklerinin camlarını kırdılar, güçlü görünenin zorbalığına isyan ettiler, özgürlük istediler, iktidarı istediler… Yendiler, yenildiler, yaşadılar ve öldüler…
…
Dönemin Fransa’daki iktidar temsilcileri; isyancı öğrenci gençliği “kudurmuşlar”, “hasta ve problemli gençler” olarak tanımlamıştı. Onlara öğrenci gençliğin bildiri ile verdiği cevap, aslında 68’i özetler niteliktedir. Şöyle denir bildiride: “Bugün hasta ve problem bir gençlik var deniyor. Tamamen yanlış! Bugün problem ve hasta rejimler var. Problem ve hasta toplumlar var. Bunlar totaliter, emperyalist, faşist, ırkçı, gerici, tutucu gibi hastalıklardan muzdarip rejim ve toplumlardır.” Evet, tam olarak bu bildiride anlatıldığı gibi 68; emperyalist-kapitalist düzenin yarattığı problem ve hastalıklara isyanın adı olmuştu.
Genel olarak konuşmacılar 68’i filizlendiren ve sonrasında gelişen süreçlere, mücadele yönelimlerine dair çeşitli vurgular yaptılar. Onlara ek olarak; Mao Zedung önderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşama geçirilen Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne vurgu yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Dönemin adlandırması ile anarsak, Maoculuk, 68’e gidilen süreçte öğrenci grupları arasında giderek güçlenen bir devrimci akım halini almıştı. Bunda Maoculuğun çeşitli “devrimci örgütsel modeller” sunmasının yanı sıra sosyalizmden geriye dönüşün hızlı bir şekilde gerçekleştiği Rusya’da rezilce serpilen revizyonizme, bürokratizme ve sisteme entegre olmuş Batılı komünist partilerin biçimsizleşmesine karşı bir alternatif olduğunun altını çizmek gerek. Bu yüzden Maoculuk ve Büyük Proleter Kültür Devrimi, bir çekim merkezi olmuş, Maocu gruplar 68 sürecinde etkili bir şekilde yerlerini almışlardı. Buna karşılık, hatırlatmak da fayda var; “sosyalist” etiketli Rusya Prag’da 68 hareketini yüz binlerce asker, tank ve hava gücüyle bastırıp Batılı revizyonist komünist partiler öğrenci isyanlarına mesafeli ve yaşlı homurdanmaları ile yaklaşırken, Başkan Mao, 68 hareketini “isyancı gençlik hareketi” olarak tanımlayarak selamlayan ilk devlet başkanı olmuştu.
68’in bugün hala ve yeniden okumaya çalıştığımız temel dersleri nelerdi?
68 sonrasında kurulu düzenin saldırısı karşısında öğrenci hareketlerinin gevşek örgütlü ve kampüs temelli örgütlenme biçimlerinin yetersiz kaldığı görülmüş, güçlü bir şekilde savunulan radikal değişimlerin böyle gerçekleştirilemeyeceği ortaya çıkmış oldu. Keza 68 Fransa’sının öncü isimlerinden Alain Krivine “Şüphe yok ki, 60’lı yıllar hayal yıllarıydı. ‘Her şeyi hemen istiyoruz’ dedik. Zaman yitirmeden engelleri aşarak her şeyi istedik. Bu iş, düşündüğümüzden çok daha uzun ve daha güçtü” sözleriyle bu durumu özetliyor.
Bu yüzden öğrenci temelli örgütlenmelerin yerine yeni örgüt biçimlerine ihtiyaç, toplumun öteki kesimlerinin harekete çekilmesinin zorunluluğuna ve özellikle işçi sınıfının uzun dönemde kapitalist toplumun iktidar yapılarına karşı saldırıya geçebileceğine inanç arttı. Leninizm ve Maoculuğu tarihsel model olarak görmeye başladılar. Batı Almanya’da 2 Haziran ile Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Kuzey İrlanda’da Geçici IRA, Türkiye’de THKO, THKC ile TKP/ML TİKKO örneklerinde olduğu gibi kimi kesimler de gizli silahlı mücadele yolunu yeğlediler.
Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta devrime kimin önderlik edeceği sorunsalıdır kuşkusuz. Çünkü 68’in isyankar havasında, toz-duman içerisinde bu konuda kimi anlayışlar peyda olmuştu. Gençliğin baş döndüren heyecanına kapılanlar, ki 68 Fransa’sının önemli aktörlerinden biri olan felsefe profesörü Herbert Marcuse bu konuda başı çekmekteydi, bir devrim gerçekleşecekse bunun da aydın ve öğrenciler önderliğinde gerçekleşeceğini iddia etmekteydi bu kesim. Hatta Marcuse, bu toz-dumandan başı dönerek; işçi sınıfının düzen tarafından içselleştirildiğini, bu yüzden de devrimci kuvvetlerin siyahiler, “üçüncü dünya” şeklinde adlandırdıkları coğrafyanın köylüleri ve asi entelektüeller arasından bulunabileceğini söylüyor, propaganda ediyordu. Ancak çok değil, 68 Mayıs’ının sonlarına gelindiğinde 9 milyon işçi Fransa sokaklarını zapt ettiğinde Marcuse ve öğrencilerinin bu teorisi çökmüştü bile. Sonrası yıllarda yaşanan sayısız direniş ve toplumsal gelişme ise Marcuse’ün bu teorisinin üzerine kürek kürek toprak atar cinsten etkiler yarattı.
68’de öğrenci gençlik hareketi ile başlayan toplumsal kopuşların tetiklemesi üzerine işçi militanlığının geliştiği görülmelidir. Batı Almanya’da 69 Eylül’ünde 200 bin işçi iş bırakırken, İngiltere’de 1970’de başlayan işçi sınıfı içerisindeki hareketlilik, 74’te madenciler grevini tetiklemiş ve bu grev de muhafazakar hükümeti devirmişti. ABD’de siyahi işçilerin sendikal bürokrasiye itiraz ederek Devrimci Siyahi İşçiler Birliği kurmasında ya da Türkiye’de 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nde 150 bin işçiyi başta sendikal bürokrasiye olan öfkeyle sokaklarda buluşturan tetikleyicinin de 68 kopuşu olduğunu inkar edebilir miyiz?
68 hareketi sınıfsal yapısı itibariyle küçük burjuva devrimci çerçevesini aşamamıştır. Bunda temel etmenin komünist parti önderliğinden yoksunluk olduğu açıktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi dönemin komünist partileri devrimci olarak görülmemeli, sisteme entegre olmuş bu KP’ler revizyonist çizgide idiler. Keza dönemin Fransa Komünist Partisi’nin, Fransa devletinin, sömürgesi durumundaki Cezayir’de gerçekleştirdiği katliamcı politikalar karşısında aldığı şoven tutum o dönemde hala akıllardadır. Marksist Leninist ve Maocu komünist partiler ise bu dönemde henüz yeni kurulma aşamasında olduklarından bu sürece önderlik etme yetisinde değillerdir. Diğer yandan bir zamanlar sosyalizmin ana yurdu olarak görülen Rusya başta olmak üzere revizyonizmin etkinliği gerçek komünizme olan düşmanlığı da beraberinde getirdiğinden tüm bunlar geriletici, köstekleyici etkilerde bulunuyordu 68 hareketi üzerinde…
Günümüz sorunları ve görevlerimiz konusuna gelmeden evvel ülkede 68 hareketine dair çok kısa bir-iki vurgu yapılabilir. Batıda yaşanan 68 ile ülkemizdeki 68’in en temeldeki farkı, ülkemiz 68 hareketinin devrim mücadelesinde araç olarak daha dayanıklı, kapsayıcı, sürekli bir örgüt ve devrim stratejisi arayışı daha sürecin en başından itibaren mevcuttu. Bu arayış 3 yıllık bir sürenin ardından 71’de silahlı devrimci çıkışı doğurmuştu. Önemli bir nokta olarak Osmanlı tarafından idam edilen Paramazlar ve faşist Kemalist güçler tarafından Karadeniz’de katledilen Mustafa Suphiler sonrası kesintiye uğrayan Marksist Leninist düşünce ile 68 ile yeniden temas sağlanmış, bu temas devrimci hareketin Kemalizm’in dışına çıkmasına, bu sınırları terk etmesine yol açmıştır. Özellikle Kaypakkaya’nın Kemalizm’e dair “faşist diktatörlük” belirlemesi ve Kürt ulusal sorununa dair Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı gündeme getirmesinde de 68 kopuşu önemli bir etken olmuştur kuşkusuz.
68’de sağlanan kopuş ve açılan yol 50 yıl sonra nasıl bir biçime büründü?
68’de sokakları dolduran isyancı gençlik duvarlara “Barikat sokağı kapatıyor, ama ufukları açıyor” diye yazmıştı. 68’in 50 yıl önce yarattığı kopuş ve zihinlerde açtığı ufukların canlılığını, bugün devrim mücadelesinin yansımalarının çeşitliliğinde görmek mümkün… Gençlik, kadın, LGBTİ+, ekoloji gibi birçok mücadele alanı, 68’in kırdığı buzdan yaşama karışarak yolunu bulmuş ve günümüze ulaşmıştır. Ya da revizyonist-reformist komünist partilere alternatif olarak MLM partiler kurulmuş ve çeşitli formasyonlarla bugün hala varlıklarını sürdürmektedirler.
Ancak “var olmak bir şeydir, ama bu, iktidara aday olmak anlamına gelmez.” Keza özellikle ülkemizde 68 ve ardından 71 devrimci kopuşlarıyla açılan yoldan ilerleyenler, bir süre sonra tıkanmış bir yol gerçekliği ile karşılaşmış ve Türkiye devrimci hareketinin niteliksel ve niceliksel gücü bu tıkanıklığı aşmaya yetmemiştir. Aksine devrimci hareketteki tıkanıklık ve kriz günbegün artmış; bugün devrimci hareketin etki alanı oldukça sınırlanmış ve halk üzerindeki saygınlığı azalmış durumdadır. Yani ülkemizde devrimci hareket, iktidara aday olan bir devrim mücadelesinin öznesi olmaktan çok, varlığını koruma mücadelesi vermektedir. Yine 68’de Fransa duvarlarında yerini alan “Duvarların kulakları vardır, sizin de kulaklarınızın duvarları…” sözünü yaşatırcasına devrimci hareket bu krizi karşısında yer yer sızlanma ve kulaklarındaki duvarları kalınlaştırmanın ötesine gidememiştir.
Kuşkusuz ülkedeki devrimci hareketin yaşadığı tıkanıklığın öznel sebepleri olsa da ilk ve en önemli sebep, dünya genelinde devrim deneyimlerinin yaşadığı başarısızlıkla, sosyalizmin ana yurdu olarak görülen Sovyetler’deki geri dönüşümün çapı ve etki gücüdür. Kapitalizm, 20. yüzyıl boyunca devrimler ve kendi yapısal krizleri nedeniyle aldığı yaralar karşısında kendisini yenileyip, yeniden ayağa kalkarken sosyalizm mücadelesinin ve öznelerinin bu konuda başarılı olduğu söylenemez.
Her ne kadar bir insan ömrü açısından çok şey ifade etse de, insanlık tarihi bakımından çok büyük bir anlam ifade etmeyen 50 yıl sonra bu sürece bakıldığında bu başarısızlığın bir sebebinin de 68 kopuşunu anlayamamak ve devamını getirememekten kaynaklı olduğu açıktır. Burayı biraz açmak istiyoruz. 68’e elbette devasa bir misyon biçmek değil amacımız ama bir kırılma noktası olarak 68, düzene entegre olan KP’lere isyanı da içerisinde barındırıyordu ve buna cevaben ML ve Maocu KP’ler oluşmaya başlamıştı. Ancak yeni oluşan bu devrimci hareketler de toplumsal devinimi okuyup cevap vermekten ziyade kendilerini tekrarlayan, Sovyetler ve Çin başta olmak üzere yenilgiye uğrayan devrimlerin açmazlarını felsefede, teoride, pratikte anlayamayarak çözemeyen ve kendi sınırları içerisine hapsolan bir forma büründü.
Devrimci hareketler, 68 sonrası kendi yolunu açan gençlik, kadın, LGBTİ+, ekoloji gibi mücadele alanlarını işçi sınıfı mücadelesinin karşısına koydular, yer yer işçi sınıfı mücadelesini baltalayan, bölen etmenler şeklinde ele aldılar. Ve ne acıdır ki, işçi sınıfı mücadelesini “kutsallaştırarak” toplumsal devinimlere kulak tıkayan aynı devrimci hareketler, işçi sınıfı mücadelesinden de hızla uzaklaştıklarını fark dahi edemediler.
Bunun en sancılı örneklerinden birinin ülkemizde yaşandığını söyleyebiliriz. Batıda daha yoğunluklu anti-otoriter, özgürlükçü, hümanist özelliklere sahip 68 hareketine nazaran daha en başından iktidarı hedefleyen ülkemiz 68 ve ardından 71 devrimci kopuşlarındaki bilinç açıklığının, sınırlarını aşma cüretinin daha sonraki süreçlerde törpülendiğini söylemek mümkün. Kuşkusuz böylesi bir kopuş ve hızlı toplumsal dönüşümlerin aynı derecede olabilmesi için benzer isyanların, toplumsal hareketlenmelerin, ezilen sınıfların öfkesinin yüzeye vurduğu koşulların yaşanması gerekmektedir.
Bu açıdan amacımız bir bütün devrimci hareketin 50 yılını mahkum etmek değil kuşkusuz, çünkü bu tıkanıklık; 50 yıl içerisinde ciddi bedellerle örülü ancak devrimci politika konusunda kurak, daha ziyade devrimci pratikler örerek yolunu açan Türkiye devrimci hareketinin tek başına çözebileceği bir durum değildir. Diğer yandan hem ülke hem de dünya devrimci hareketinin durumu, derinleşen krizi konusunda ciddi bir teorik, felsefik ve hatta politik çölleşme yaşıyor oluşumuz, bir önceki konu kadar “dışımızdaki” sebeplere bağlı değil. Aksine bu çok “içeriden” bir sorun… Keza bu sorunsal, bu çölleşme, bu kısırlaşma haline çözüm bulunduğu takdirde ülke ve dünya devrim hareketinin sorunlarının tespiti ve çözümü konusunda önümüzün açılacağı, belirsizliğin dağılacağı söylenilebilinir. Aksi halde bu sorunsal çözülmediğinde giderek zayıflayan devrimci pratiklerin de iyiden iyiye çürümeye, yok olmaya yüz tutacağı açıktır.
Bu konulardaki eksikliklerin giderilebilindiği bir ortam ve vakitte, 68 benzeri isyanlar, ezilen sınıfların öfkesinin yüzeye vurduğu anlar yakalanabilir ve bu anların kopuş enerjisi tıkanıklığı bir bütün aşmaya vesile olabilir. Yoksa 2008’den bu yana emperyalist-kapitalist sistemin krizinin açığa çıkardığı (kemer sıkma politikalarına, işsizliğe karşı radikalleşen işçi-emekçi, kimi güncel isimlendirmeyle prekarya’yı da buraya ekleyebiliriz, bu kesimlerin mücadeleleri; çürümüş iktidarlara, iktidarların baskıcı politikalarına karşı özgürlükçü isyanlar; kadın, LGBTİ+ ve ekoloji mücadelelerindeki gelişmeler, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin devrim deneyimi, ülke sınırları içerisindeki mücadelesinin geldiği boyut gibi) fırsatları teptiğimiz gibi önümüzdeki süreçte egemenlerin krizinin devamlılığı sürdükçe ivmesi düşmeyecek olan bu kaosu ezilen sınıflar açısından fırsata çevirme görevinden giderek uzaklaşacağımız aşikardır. Uzaklaştığımız da aşikardır.
Devrimci niteliğimizin zayıflığını tersine çevirme iradesinden neden yoksunuz?
68 ve 71 devrimci kopuşlar, geriye dönüşsüz hamleler anlamına geliyordu ve devrimci hareket bu tarihlerden sonra geriye dönüşsüz hamleler yapmaktan sakınır hale geldi. 68 ve 71’de gençliğin soluksuz heyecanı ve cüretini temsil eden bir hızda ilerleyen devrimci hareket ilk önce giderek yaşlandığını, huysuz ve sınırları olan bir ihtiyara dönüştüğünü fark etmedi, fark ettiği anda da buna engel olmayarak sınırları içerisinde kalmayı tercih etti. Ancak kendi sınırları içerisinde kalsa dahi bedel ödemeye devam eden devrimci harekete, sınırları içerisinde kalmanın kan kaybettirmekten başka bir getirisi olmadığı açıktır.
Bugün işçi ve emekçi kesimlerden soyutlanmış bir şekilde, lümpen bir hatta sürüklenen, Kürt ulusal özgürlük mücadelesine ve bunun mücadelesini omuzlayan örgütlenmelerle arasına mesafe koyan, kadın ve LGBTİ+’ların ayrımcılığa, nefrete, erk iktidara karşı verdiği mücadeleyi kavramayan bir devrimci hareketin bu topraklarda “var olma”nın ötesinde giderek işlevsizleştiği, işlevsizleşeceği açıktır. Bu dönemi geri püskürtebilmek için elimizdeki tek varlığımız yine devrimci örgütlerimizdir. Ancak bu kendi duvarlarına, kendi sınırlarına hem de gönüllü bir şekilde hapsolmuş bir devrimci örgüt ile gerçekleşebilecek bir durum değildir. Devrimci bir örgüt yeni dönemin devrimci tarzını yaratmak ve kendi sınırlarını aşmak zorundadır.
Lenin, bu konuya ilişkin ünlü Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine isimli kitabında şöyle söyler: “Gerçek devrimci için en büyük, hatta tek tehlike, abartılmış devrimciliktir, devrimci yöntemlerin uygun olduğu ve başarıyla uygulanabileceği sınırları ve koşulları tanımamaktır. Gerçek devrimciler; ‘devrim’ sözünü büyük ‘D’ ile yazmaya, devrim’i neredeyse kutsal bir yere çıkarmaya ve akılları başlarından gitmeye, ne zaman hangi koşullarda devrimci davranmak, ne zaman hangi koşullarda reformist eyleme dönmek gerektiğini, serinkanlılıkla ve duygusallıktan uzak olarak düşünme, tartışma ve değerlendirme yeteneklerini kaybetmeye başlayınca tepe üstü düşüyorlar, bozgundalar demektir.” (*)
Evet, devrimci hareket tepe üstü düşüyor ve bozgunda… Yuvarlanırken kuşkusuz tutunduğumuz şeyler de var. Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin devrim deneyimi, kadın-gençlik-LGBTİ+ mücadelesinin dinamikleri… Ancak bu düşüş ve bozgundan tek başına çıkma şansımız yok ne yazık ki! 2013 Mayıs-Haziran’ında Gezi İsyanı’nı yaşamamıza karşın bu “abartılmış devrimcilik” hallerimizden kurtulamayan bizlerin; egemenlerin ekonomik ve siyasi krizi derinleştikçe artan saldırganlıklarına “abartılmış devrimcilik” halleriyle karşılık verebileceğimiz hayaline kapılmamak gerekiyor.
“Yerin, göğün, tarihin, zamanın ve suyun huysuzları” olan bizlerin kapılacağı tek bir hayal var, o da enternasyonal işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen sınıfın, üzerinde yaşadığımız dünya isimli yer kürenin iktidarını emperyalist-kapitalist düzen tarafından yok edilmeden eline alması ve ezilen ulus, inanç, cinsiyet ve yönelimler açısından eşit ve adil bir düzen yaratmasıdır! Bu hayalimizin gerçek olması, 50 yıl öncesinden daha zaruri ve acil değil mi?
Ancak hayalimizi gerçekleştirme çabası sırasında, “imkansız görüneni isterken” aynı zamanda “gerçekçi olmamız” lazım. Gerçekçi olmak demek ise güncel gelişmeler karşısında doğru tavır almak, gelişmeleri devrimcileştirme yöneliminde olmak demektir. Evet, bugün gerçekçi olmak kendi gerçekliğini tanımlamak, tariflemek ve buna uygun bir hat izlemek demektir. Gerçekçi olmak birleşik bir mücadele hattını ve siyasi yansımalarını hayata geçirmektir. Keza 24 Haziran seçimlerini bu kapsamda ele almalıyız. Egemenler kendi gerçekliklerini görerek ittifaklar kurdular. Biz de buna karşı ittifak oluşturmalı, bu saldırıya bir ittifak ile karşılık vermeliyiz.
Söz “imkansız görüneni isterken” aynı zamanda “gerçekçi olmak” üzerine gelmişken Kaypakkaya’yı anmadan geçemeyiz. Dönemin (ve hala günümüzün) en büyük hayalcisi ve de en büyük gerçekçisi Kaypakkaya, tam olarak düştüğümüz yerden ayağa yeniden dikilmemize neden olacak devrimci dinamiğin kaynağıdır. 68 ile 71 yılları arasında kendi kendinin reddi ile ilerleyen Kaypakkaya, tam olarak bu yönüyle kopuştan kopuş yapmış; bilimsel araştırma-inceleme yöntemi ve diyalektiği en iyi şekilde yaşamdan, mücadeleden süzüp almıştır.
Bugün kendini sınırları içerisinde “gönüllü” bir şekilde kalanlar, “geleneği korumak” adına su’yu çürümeye bırakanlar kendilerini Kaypakkaya’nın ardılları olarak ifade ederken bu gerçekliği nasıl görmezden gelirler? sorusu zihinlerimizi meşgul ededursun imkansız görüneni istemeye devam eden gerçekçilere, 50 yıldır yerine konulamayan taşları söken “kudurmuşlara” selam olsun!
* “Bugün ve Sosyalizmin Kesin Zaferinden Sonra Altının Önemi”, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, Ekim Yayınları, 1990, S.220)
Bir Partizan okuru