Direnişin Birinci Yıldönümünde; İşgalin Siyonist Hali
İsrail, ABD’nin adeta bir eyaleti olduğundan, onsuz adım atamaz. Haliyle İsrail’in, saldırılarını ABD’nin Ortadoğu politikalarıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor.
22 Ekim 2024
İsrail, Gazze’yi yerle bir ettikten sonra Hizbullah’ı gerekçe göstererek, Lübnan’a yönelik saldırılarını yoğunlaştırdı. Böylece bütün dünyanın ilgisini, Filistin Direnişi ve Gazze katliamından başka bir yere kaydırırken; Batı Şeria’da da işgali farklı biçimlerde yaymaya devam ediyor.
İsrail’in Filistin işgali, kendi özgüllüklerini taşırken; bölgesel ve küresel politik dengelerden dolaysızca etkilenen bir istikamette genişlemeye devam ediyor. Bu açıdan Filistin Devleti’ni kurdurmamaya yeminli olan Siyonist İsrail’in, Lübnan’a saldırısının çok farklı bağlamları olduğunu gözönünde bulundurmak gerekiyor.
Bu bağlamları, tarihsel, bölgesel ve küresel boyutlarıyla birlikte ele aldığımızda bize gösterilen gerçekliklerden çok daha fazlasını görebiliriz.
İsrail Devleti, 1948’de dönemin hakim güçlerince kurulduktan sonra Birleşmiş Milletler (BM)’in 181 nolu kararı uyarınca kendisine ayrılan, tarihi Filistin’in % 56’lık kısmıyla yetinmeyip, % 94’ünü işgal etmişti. BM, dünya kamuoyu ve bölge devletlerinin tepkisi ve baskısı sonucu kısmen geri çekildiyse de Siyonist Rejim, Filistin Devleti’nin bağımsızlığına hiçbir zaman onay vermeyeceğini sık sık göstermiştir.
Bu açıdan, Filistinlilerin hala yoğun olarak yaşadığı tarihi Filistin’in % 22’lik kısmından da Filistinlileri tamamen sürmek için her fırsatı değerlendiriyor. Bunun için kendi vatandaşlarının öldürülmesine göz yummaktan bile çekinmediğini göstermişti.
Siyonist İsrail, 7 Ekim 2023’te Hamas ve diğer direniş örgütlerinin, “Aksa Tufanı” eylemini, Filistinlilere yönelik soykırım saldırılarını meşrulaştırmanın gerekçesi olarak kullandı. Gazze’yi yıkım planlarının zaten İsrail ordusunda bulunduğu ve şehir/sokak savaşı için Gazze şehirlerinin benzerlerinin inşa edilip burada özel birliklerle tatbikatlar yapıldığı da basına yansımıştı.
Rehineleri umursamayan İsrail, hayalini kurduğu fırsat eline geçince Gazze’yle yetinmeyip, Batı Şeria’daki işgali ve saldırıları farklı biçimde genişletmiştir. Tam da “işgal sırası Batı Şeria’da mı?” şeklindeki dünya basınının manşetleri, gözleri bu bölgeye çekerken; İsrail, yine Hizbullah bahanesiyle Lübnan’a saldırdı ve bütün dikkatleri Filistin’deki katliamdan ve işgalden farklı bir yere çekebildi.
Türkiye ve dünya medyasının manşetlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Batı Şeria’nın -tıpkı Gazze gibi- işgal, ilhak, sömürge olmadığı ve burada Filistinlilerin -Rusya’daki 28 federal bölge/Cumhuriyet, Kuzey Irak’taki Kürt Federe yönetimi, İspanya’daki Katalan Bölgesi vs. gibi- Özerk bir şekilde yaşayıp kendilerini yönetebildiği sanısı yaygın.
Batı Şeria’nın işgal altında olmadığını söyleyenler ya bilgisizdir ya da kötü niyetlidir. İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından bugüne kadar, Filistinlilerin yaygın bilinen anlamıyla özerk bir yönetimi hiç olmadı. 1993 yılında, Oslo görüşmeleri sırasında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve İsrail Devleti’nin birbirini resmen tanımalarını takiben bir Filistin Yönetimi kurulduysa da bu yönetimin bir özerklik olduğunu iddia etmek, en iyimser tabirle politik körlük olacaktır.
Siyonizmin direnişe saldırısı ve çoklu hesapları
Batı Şeria ve Gazze, 1948 yılından beri işgal altında olup; adeta birer açık hapishaneye dönüştürülmüştür ve vatandaşlık hakları yok denecek kadar azdır/kısıtlıdır.
Batı Şeria, 1967’den beri Yahudi Yerleşim Yerleri (YYY), askeri kontrol noktaları ve “güvenlik bölgeleri” ile parça parça Filistinlilerden devlet yanlısı Siyonist Yahudilere veriliyor. YYY, Filistinlilerin, yerleşim yerlerini kuşatacak şekilde inşa edildiğinden; bir ağ gibi Batı Şeria’yı sarıp, askeri kontrol/denetim noktalarıyla birlikte, Filistinlileri adeta açık bir hapishanede yaşamaya veya göç etmeye zorluyor.
1948 yılında büyük katliamlar ve kitlesel göç ettirme politikası dolayısıyla çok tepki toplayan İsrail, bu yöntem yerine, sindirme, baskı, kısıtlama yolunu deniyor; yılladır bu yöntemi uyguluyor.
1990-2020 yılları arasında barış kozunu (ve elbette bağımsızlık kozunu) öne sürerek YYY sayısını % 62 oranında artıran İsrail, ne zaman “barış”tan söz etse YYY sayısını artırıyor. 2000-2003 yılları arasında gerçekleşen ve “Yol Haritası” adı verilen barış görüşmelerinde de Batı Şeria’daki konut sayısını 20 bin artıran İsrail, Barak Obama döneminde gündeme gelen “barış” görüşmelerinde de yeni YYY inşa etmişti.
Bunlarla yetinmeyip ördüğü “güvenlik duvarı” ile Filistinlilerin her an işgali, baskıyı, acıyı hissetmesini sağlıyor. Vatandaşlık hakları bile gasp edilen Gazze ve Batı Şerialı Filistinliler, devletsiz olduklarından dolayı da küresel çaptaki pekçok etkinliğe dahil olamamakta ve açık bir hapishanede yaşamaya zorlanmaktadırlar.
İsrail, Hamas’ın 7 Ekim saldırısını gerekçe göstererek ve Filistin Devleti’ni tanıyacağını ilan etmiş olan 100’den fazla devlet ile milyonlarca insanın gösterisine rağmen Gazze’yi yerle bir ettikten sonra, Batı Şeria’da özel askeri birlikler, milisler ve Siyonist Yahudi yerleşimcilerle saldırılarını ve baskısını artırdı. Ev ev yaptığı baskı, toplu baskı ve toplu göç ettirme düzeyine yeniden taşıdı.
Batı Şeria’da bulunan yüzlerce askeri kontrol noktası, bir ağ gibi Filistinlileri sardığından, ayrımcılık, haksızlık, baskı, işgal her an hissedilebiliyor. Bu saldırılar, Gazze’nin yıkımı sonrası arttı; keyfi gözaltıların, yargısız infazların ve köy baskınlarının sayısı da arttı; keyfi gözaltıların, yargısız infazların ve köy baskınlarının sayısı da arttı.
Filistinlilerin kendilerini her an güvensiz hissetmesi sağlanarak göçe zorlanıyorlar. İsrail ordusu askerleri ve milisleri, askeri araçlarla gezip, megafonda Filistinlilerin ülkelerini/evlerini terk etmesi için sürekli tehdit ediyorlar. 1948’den beri süren bu tehditler, artık dünyanın/medyanın gözünün önünde bile yapılabiliyor.
Tarihi Filistin’in sadece % 22’sine razı olan Filistinliler, bu küçük toprak parçasının Gazze ve Batı Şeria şeklinde, birbiriyle coğrafi bağı olmayan haline bile razı gelmişken; İsrail Devleti, bunu bile çok görüyor ve her iki parçadaki Filistinlileri zayıflatıp, buraları da yutmak için her fırsatı değerlendiriyor. Direniş örgütlerini sık sık birbirine düşürmeye çalışan İsrail, manipülasyondaki ustalığını kullanıp direniş örgütlerini “terörist” ilan ederek saldırılarında pervasızlaşabilmektedir.
Dünyanın gözü önünde 2 milyonluk nüfusa sahip olan Gazze’yi yerle bir ederken Batı Şeria’daki Filistinlileri açıkça kovup yargısız infazlarla katledebiliyor. Batı Şeria’nın Kuzeyinde yaşayan bir Filistinli, Güneydeki bir köye giderken, onlarca askeri noktadan güvenlik denetim altında baskı, hakaret ve ayrımcılık ve bazen de keyfi tutuklamaya maruz kalmaktadır.
Bu açıdan Batı Şeria’nın da Gazze gibi açık bir hapishaneye dönüştüğü açıktır.
Benzer şekilde pekçok insan Hizbullah’ı gerekçe eden İsrail’in Hamas ve Filistin Direnişi’ni zayıflatmak için de Lübnan’a saldırdığını bilmiyor.
1976 yılında Lübnan’ın Güneyini işgal eden İsrail Devleti, 1982 yılında bu işgali Beyrut’a kadar genişletirken; 2000 yılına kadar Lübnan işgalini sürdürmüştü. İsrail 1982’den önceki işgalini “FKÖ’nün Lübnan’da bulunması” gerekçesiyle yaparken; bu tarihten sonraki işgalini Hizbullah ve İran’ı zayıflatma gerekçesiyle sürdürdü.
İsrail’in gerekçesiyle birlikte, daima bölgesel ve küresel denklemlerle tarihsel bağlamlara da bakmak gerekiyor.
Gazze ve Batı Şeria’yı zayıflatmak için İsrail sık sık hedef şaşırtıyor. Ocak 2006 yılında, Hamas, ilk defa katıldığı Filistin Yönetimi seçimlerinde sandıktan galip gelince, ABD, AB ve İsrail bu sonucu tanımadılar. Seçimin sonucunu inkâr ettikleri gibi adeta İsrail’in vekilliğini yapan El Fetih’in Hamas’a saldırmasını sağladılar.
ABD ve AB’nin Gazze’de Hamas’ın seçilmesini tanımamaları, seçim zaferi sonrası yeniden dünya kamuoyunun desteğini artıran Hamas ve Filistin Direnişi’ni gündemden düşürüp “gözlerden”/medyadan uzak kalacak şekilde El Fetih’le olan çatışmada zayıf düşmesini sağlamak maksadıyla, Temmuz 2006’da, İsrail’in Hizbullah’a saldırmasını sağladılar.
Hizbullah’a kara saldırısı düzenleyen İsrail, 33 günde aldığı yenilgiyi sineye çekmiş gibi görünse de, saldırının araçlarından birisi olan gündem saptırmayı 33 gün boyunca başarmıştı. Diğer amaç olan Hizbullah’ı zayıflatma hedefini ise ertelemek zorunda kalmıştı.
İsrail bu 33 gün içerisinde ve sonrasında Hamas’ı Gazze’ye hapsedip ağır ablukayla zayıflatırken, El Fetih’le Hamas’ın çatışmasını (Filistinliler arasına kan girmesini) sağladığı gibi, El Fetih ile onun önderlik ettiği FKÖ’nün, kendine daha fazla bağlı/bağımlı kılıp zaten bölünmüş olan direnişi daha derin şekilde bölebilmişti.
2006’daki El Fetih saldırısı sonrası Gazze’ye çekilen Hamas, 2017’ye kadar yoğun tecrit altında, yaklaşık 2 milyon Filistinli ile direnişe devam ettikten sonra, El Fetih’le imzaladığı Mekke Antlaşması sonucu biraz rahatladıysa da, bu durum Gazze’nin açık hapishane niteliğinin ortadan kalktığı şeklinde algılanmamalıdır.
2023 yılına kadar Gazze’yi fiilen yöneten Hamas, bölge devletlerine yaslanan direniş çizgisinin, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) devletlerinin İsrail’le 2020-2022 arasında barış antlaşması imzalayıp onu resmi olarak tanıması (ve Filistin Direnişini bir kez daha hançerlemeleri) sonrasında farklılaştığı söylenebilir. Hamas ve direniş örgütleri, Filistin’i yeniden dünya gündemine sokmak için 7 Ekim saldırısını düzenledi. Gazze’yi zayıflatan İsrail, Batı Şeria’ya da yoğunlaşmayı ihmal etmedi.
İsrail’in, 100’den fazla devletin tanımayı taahhüt ettiği Filistin Devleti’ni, -bu devletlerce ve BM tarafından resmen tanınmadan önce-, ve Filistinlileri yok etmek veya göç ettirmek istediği aşikâr. Her bağımsızlık kozunu kullandığında, daha fazla Yahudi yerleşim yeri inşasıyla daha fazla toprağı denetimine tam olarak katabilen İsrail, kendi egemenlik sınırları içerisinde yer alan Gazze ve Batı Şeria’nın bütün dış sınırlarını, iç sınırlarını ve yerleşim yerleri arasındaki yolları bile denetimi altına almıştır.
Filistinlilerin bütün ticaret, üretim, eğitim, sağlık, dolaşım vb. haklarını denetleyip kısıtlayan Siyonist İsrail, dünya kamuoyu ve bölge devletlerinin/Müslümanlarının farklı tepkisini çekmemek için bu politikasını zamana yayıp tedricen uygulamaya sokmuştur.
Bu kadim hedefine bir adım daha yaklaşmak için Hizbullah’a saldıran İsrail, Eylül’ün son haftası itibariyle Filistin Direnişi’nin gündemden düşmesini sağlarken; Gazze ve Batı Şeria’da işgalini genişletebilecek “sessiz” bir ortam yaratabilmiştir. Ancak Hizbullah’a yönelik saldırısının farklı boyut ve bağlamları olduğunu da görmek gerekiyor.
Ortadoğu’da Çin’e Karşı ABD-İsrail Hamleleri
İsrail, ABD’nin adeta bir eyaleti olduğundan, onsuz adım atamaz. Haliyle İsrail’in, saldırılarını ABD’nin Ortadoğu politikalarıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor.
ABD, Ukrayna’da olduğu gibi bölgesel çatışmaların yarattığı istikrarsızlık ve riskler üzerinden, kendisine son 20 yılda pekçok nüfuz bölgesini (pazarı) koparan Rusya ile Çin’in hareket alanını daraltmak ve ekonomik olarak zayıflatmak hedefiyle İsrail’i yönlendiriyor. Ukrayna savaşını dış yardımla sürekli uzatan ABD, Çin’in de Ortadoğu açılımını, süreklileşen çatışmalarla etkisizleştirmeye; en azından zayıflatmaya çalışıyor.
2013 yılından beri Kuşak Yol Projesi’nin üçüncü ayağı olan Güney Kuşak hattının (Kızıldeniz Hattının) görece güvenli olmasını isteyen Çin, birbirine düşman olan İran ile Suudi Arabistan’ı bu çerçevede barıştırdı. ABD’nin himayesinde olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’ı BRİCS’e üye yaptı.
Ayrıca, bazısı kanlı bıçaklı olan 14 Filistinli direniş örgütünün Pekin’de bir araya gelip ittifak antlaşması imzalamasını sağladı.
Haliyle Ortadoğu’da görece bir istikrar Çin’in işine yarayacakken; ABD bunun tersini mümkün kılmak için İsrail’i kullanıyor. Hamas’a saldırıyı ve Gazze yıkımının sürmesi için silah sevkiyatını da eksik etmiyor.
İsrail’in, Hizbullah’a yönelik saldırısıyla, yeni silahları ve yeni saldırı tekniklerini (çağrı cihazı ve telsizlere bomba koymak!) denerken; bölgedeki düşmanlarına karşı psikolojik üstünlük/baskı yarattığı gibi; İran’ın başkenti Tahran’da bile suikast yapabilecek gücü olduğunu kanıtlayarak, Hamas ve Hizbullah üzerinden İran’da zayıflatmak istiyor.
1979 yılından beri ağırlıklı olarak Şii örgütler üzerinden Ortadoğu ve Afrika’da etkili olabilen İran, bu nedenle KİK Devletleri, ABD ve İsrail’e karşı, Rusya ile birlikte, önemli kazanımlar elde edip nüfuz bölgelerini artırmıştır. İşte Hizbullah gibi İran’ın vurucu gücü işlevi de görebilen bu örgütlerin zayıflatılmasıyla bölgesel denklemler/dengeler değiştirebiliyor.
İsrail’de buna yoğunlaşmış durumdadır.
İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik katliama varan saldırılarının zamanlamasına da bakmak gerekir. Pekçok boyutu bulunan bu saldırıların, bu kadar pervasız şekilde boyutlanması, bölgesel ve küresel konjonktür sayesinde de mümkün olmuştur. İsrail, böylesi pervasız saldırıları 2 yıl öncesinde yapmaya cesaret edemezdi; bölgesel ve küresel durum buna izin vermezdi.
Ancak Ukrayna işgalinin/savaşının yarattığı küresel ilgisizlik, küresel hegemon dengelerin bozulması, İsrail’in KİK devletleriyle barış antlaşması imzalaması vb. vb. böylesi saldırılara ortam hazırlayabilmiştir.
KİK devletlerinin 1948 yılından beri devam eden ikiyüzlülüklerini iyi bilen İsrail, bu ikiyüzlülüğü devletlerarası hukuk dolayısıyla “resmileştirip”, bu devletlerin Filistin Direnişine bir hançer daha saplanmalarını sağlamıştır. Rusya’nın Ukrayna işgali dolayısıyla uğradığı ambargo sonucu hareket alanı daraldığında ve Çin’in ise Kuşak Yol Projesi’nin güvenliğine odaklanmış olmasından dolayı, İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırılarının zamanlaması dikkat çekicidir ve tamamen İsrail ile ABD’nin lehine olan bir zamanlamadır.
Filistin Direnişi’nin 1948 yılından beri üç ana akım (Ulusalcı, Marksist/Sol, dini) ekseninde biçim almasından ve bölgesel/küresel dengelerin merkezinde bulunmasından ötürü, daima gündemde tutulması önemlidir. Farklı politik-sosyal çevreleri bu bağlamda bir araya getirmek mümkündür.
Filistin Direnişi’ni savunmak, bölgeyi (Ortadoğu’yu) ve küresel dengeleri/ denklemleri derinlikli anlamayı gerektirirken; bu vesile ile bölgesel dengelerin takibi ve sömürgecilikle emperyalist yayılmacılığın bu eksende süreklileşmiş teşhiri de mümkün olacaktır.
Yanı sıra devletlere eklemlenen bir direnişin olumsuz sonuçlarıyla birlikte, tarihe geçen enternasyonal bir ruhu yaratan Filistin Direnişi deneyimlerinin, Ortadoğu’ya özgü mücadele yöntem ve araçlarının analizini daha sağlıklı kılacağı söylenebilir.
Filistin Direnişi tarihiyle ve bugünüyle oldukça öğretici olduğu gibi, pekçok açılım ve atılım için olanak sağlıyor. Filistin Direnişi ve Ortadoğu’nun diğer ilerici devrimci direniş odaklarıyla kurulacak her ittifak, Ortadoğu genelinde hâkim olan emperyalist yayılmacılığı, sömürgeciliği, işgali zayıflatıp; daha güçlü birliklerin inşasının önünü açabilir.
Bütün Ortadoğu ve dünyada destek gören ve küresel dengelerin merkezinde yer alan Filistin Direnişi’yle ortaklaşmak bugünün –hem vicdani hem politik açıdan- en önemli görevleri arasında yer almaktadır.