Emperyalist Savaşa Karşı Halkların Öfkesini Örgütlemeye Cesaretle Atılalım!
“Bugün herkes bir taraf seçmek zorundadır; ya emperyalizme karşı kitlelerin yanında savaşacak ya da baskı ve sömürü iktidarını güçlendirecektir. Sınıf mücadelesinde tarafsız, “dışarıdan” bir duruş yoktur.”
28 Temmuz 2024
Burjuva basının günbegün manşetlerine taşıdığı spekülasyonlar, olası bir üçüncü paylaşım savaşı arifesindeki hegemonyal yarış kitlelerin ve halkların cesetleri, cepleri ve omuzları üzerinden yeniden sürdürülmektedir. “Erdoğan ve Esat buluşması olacak mı ve anlaşabilecekleri bir zemin oluşabilir mi?” “İsrail ve Lübnan arasında bir savaş patlak verir mi?” “İran’ın “reformist” diye etiketlenen yeni Cumhurbaşkanı Batı ile ilişkilerinde nasıl bir etki yaratabilecek?” “KDP ve Irak Hükümeti, Kürdistan dağlarındaki işgal saldırılarına destek vermeye devam edecek mi?” Türk devleti, Rusya ve Çin’e yakınlaşabilecek mi” ve “BRİCS ya da Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılabilecek mi?” “NATO’nun buna yaklaşımı nasıl olacak?” vb.
Ortadoğu’da politik durum bugünlerde birçok spekülasyona açık. Bir yandan en üst düzeyde savaş hazırlıkları sürdürülmekte, devletler yeni silahlar temin etmekte ve yeni teknolojileri kullanmak istemekte. Diplomatik önlemler alınmakta, şovenizm ve milliyetçilik davulu en üst düzeyde dövülmektedir. Emperyalist krizler, Ortadoğu’da kitlelerce oldukça derinden hissedilmektedir ancak bunun faturası her daim birilerine çıkarılmakta, birileri “suçlu” ilan edilmektedir. Bir yandan her şey yeni bir çatışmanın/savaşın hazırlıklarına göre şekillendirilirken, diğer yandan yeni antlaşma, görünüş, retorik ve sözlerle tersi iddia edilmektedir. Yapılan tüm spekülasyonlar, tüm imkanlar bize bir şeyi göstermektedir; Ortadoğu’da kartlar yeniden karılmakta, emperyalistlerin neden olduğu ekonomik krizler politik arenada daha şiddetli bir şekilde yansımasını bulmaktadır. Tam bu süreçte kitlelerin kendi rollerini anlamak zorunda olması ve bu çelişkiler karşısına özne olarak çıkması, elbette komünistlerin ve devrimcilerin sorumluluğundadır.
NATO, Çin’e savaş ilan ederken TC’nin oyun alanı daralıyor
Ortadoğu’da andaki gelişmeler içinde TC’nin özel bir rolü bulunmaktadır. NATO’nun ileri bir karakolu ve Rusya/Çin bloğunun bir ticaret ortağı olmaya aday ülke olarak TC, jeo-politik avantajlarını kullanarak emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden kendisine fayda sağlamaya çalışmaktadır. Tüm opsiyonlardan azami oranda faydalanarak her iki emperyalist kesimle ilişkiler noktasında pragmatist bir pozisyon yaratma hedefindedir. Bu çerçevede Erdoğan’ın son süreçte Rusya ve Çin ile daha fazla yakınlaşma çabaları görüntü itibariyle burjuva basında dillendirilmektedir. Ancak jeo-politik durumuna rağmen Türk devletinin emperyalist güçlere olan bağımlılığı oldukça derindir. TC, ekonomik bir buhran yaşamaktadır, enflasyon nedeniyle yoksullaşma büyümekte, ortaya çıkan yangınların sonuçları ile sorunlarına yeni sorunlar eklenmektedir. Deprem, savaş ve göçertme politikaları nedeniyle yaşanan iç göç, TC devletinin politikalarının bir sonucu olarak daha fazla yakıcı bir hale gelmiştir.
Bu şartlar altında Türk devleti yeni yatırımcılar peşinde koşmaktadır ve dış politikada “başarı” elde etme çabasına girmiştir. Amacı, finans kapital tarafından hanesine eksi olarak yazılan gri listeye yeniden dahil olmamaktır. Erdoğan’ın Çin üzerinden Şangay İşbirliği Örgütü veya BRİCS oluşumlarına olan ilgisinin altında, özellikle inşaat ve yeni sanayi üretimi alanlarında Çin şirketleri olan yeni projeler yatmaktadır. TC’nin dış politikadaki gelişmeleri incelediğimizde görülecektir ki, bu gelişmeler ülkenin iç gelişmelerinden bağımsız ele alınmamaktadır.
NATO, 75. yılını Washington’da kutlarken, diğer yandan da yıllık zirvesini gerçekleştirdi. 75 yıl önce II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında kurulan NATO, doğumundan bu yana işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı bir savaş aygıtı olarak işlev görmüştür. TC, Sovyetler Birliği’ne karşı üye ülkeleri konsolide etmek için kurulan NATO’ya 1952 yılında katılmıştır. Bu katılımın arifesinde Kore savaşına işgalci taraf olarak girmişti. Bugün de NATO bir savaş aygıtı olarak işlev görmektedir. NATO’nun günümüzdeki rakip bloğun temsilcileri ise Rusya/Çin’dir. TC ordusunun sayısal bakımdan içerdiği güç ile NATO içinde ikinci bir gücü temsil etmekte ve bu durum ABD ve AB emperyalistleri açısından özel bir ilgiyi beraberinde getirmektedir. Bu anlamda TC’nin Ortadoğu ve Kafkaslar cephesinde ileri karakol rolüne devam edeceğini gelecek açısından görmek gerekir. TC, jeo-stratejik açıdan önemli bir “ortak” durumundadır ve aynı zamanda yarı-sömürge özelliğinden dolayı emperyalistlerin yükümlülüğü altındadır. Bu durumda Türkiye’deki egemen klikler, emperyalistler arası çelişkilerden azami derecede fayda sağlamaya çalışmakta, dünya çapında savaşa doğru evrilen gelişmelerden en iyi pozisyonu alma telaşındadırlar.
Beklenildiği üzere NATO zirvesindeki en temel konular, Ukrayna’daki savaş ve İsrail’in soykırım savaşıydı. Aynı zamanda fırsattan istifade kulislerde ise birçok ikili görüşme ve buluşmalar gerçekleşmektedir. Son süreçlerde sık sık tekrarladığı gibi Erdoğan bu zirve sürecinde de Esat ile buluşmayı, barış ve Suriye’nin yeniden inşası için gayret içinde olduğunu belirtmiş, Suriye’nin davetine olumlu yaklaşmasını beklemediğini deklere etmiştir. Diğer yandan da “terörizme karşı mücadelede” birbirlerini desteklemeleri gerektiğini bildirmekten geri durmamaktadır.
Şam ve Ankara; Burjuva iktidarların geçici ittifakı, ezilen halkların zararınadır
Son birkaç haftadır Erdoğan her fırsatta Esad’ı görüşmeye davet etmekten ve sanki 13 yıllık savaş unutulmuş gibi 2011 öncesindeki ilişkilere dönmek istediğinden bahsediyor. Bu yeni gelişme, ilgili devletlerin iç sorunlarıyla bağlantılıdır. İki devletin burjuvazisi arasındaki normal durum, savaş ve çatışma iken birlik ve ittifak ancak iç tehditlere karşı bir tepki ya da önlem olarak mümkündür ve geçicidir. Bu ittifaklar, burjuvazi için genellikle işçilerin ve ezilen halkların öfkesine ve örgütlenmesine karşı bir tedbir olabilir. Sınıf mücadelesinde, en düşman burjuva devletler bile ara ittifaklar gerçekleştirirler. Dolayısıyla Erdoğan yeni bir ittifaktan söz ettiğinde, bu Ortadoğu halklarının öfkesine karşı bir tedbir ya da halklara yönelik yeni bir saldırı anlamına gelmektedir.
Türkiye 2011’den bu yana gerici-İslamcı rejim karşıtı güçleri destekledi ve onların yardımıyla Türkiye sınırındaki bölgeleri işgal etti ve yönetti. Bugün Afrin, Serekaniye ve Gire Spi civarındaki bölgeler, buradaki gerici birlikleri silahlı bir güç olarak kullanan TC’nin kontrolü altındadır. Çeşitli gruplar ve birlikler arasında olduğu kadar bu gruplar ve Türk devleti arasında da zaman zaman sertleşmeler yaşanmaktadır. Türkiye ve Suriye’den çeşitli diplomatlar durumu görüşmek ve olası anlaşmaları araştırmak üzere bir süredir bir araya gelmektedirler. Erdoğan her fırsatta Esad’ın Türkiye’ye davet edileceğinden bahsederken Suriye bu konuda daha ketum davranmaktadır.
Erdoğan’ın politikasındaki bu değişikliğin nedenleri nelerdir? Bu durumun bir yanını iç siyasette ortaya çıkan sorunlar oluşturuyor.
Türkiye ekonomik krizden çıkmıyor, aksine enflasyon binlerce insan için hayatı sürekli daha da zorlaştırıyor. İşsizlik, güvencesizlik giderek artıyor. Bu krizden çıkmak için Türkiye’nin yeni yatırımcılara, Türk burjuvazisinin de yeni pazarlara ihtiyacı var. Bu nedenle Rusya ve Çin’e yaklaşıyor, bazı tavizler veriyor ve iç pazarını rakip tekelci şirketlere daha fazla açıyor. Eski istihbaratçı yeni dışişleri bakanı Hakan Fidan, Haziran başında Çin’e gidip çeşitli Çinli siyasetçi ve girişimcilerle görüştüğünde ya da Erdoğan geçen hafta Çin Devlet Başkanı ile Şangay İşbirliği Toplantısı’nda bir araya geldiğinde, Çin tekellerinin Türkiye ekonomisine daha fazla yatırım yapmasının önü açılmıştı ancak bunun için Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşıp Çin ve Rus emperyalizmine doğru bazı siyasi adımlar atması da gerekiyordu. Bu süreçte, Çin’den dünyanın en büyük elektrikli araç şirketi BYD’nin önümüzdeki birkaç yıl içinde Türkiye’de bir üretim tesisi inşa etmek için bir milyar dolar yatırım yapacağı açıklandı. Bu da yeni istihdam alanı yaratacak ve Türkiye’nin üretimini ve ihracatını güçlendirecek. Aynı zamanda Çinli otomobil üreticisi için Avrupa pazarını açacak. Söylenenler bunlar! Erdoğan ayrıca Batılı ülkelerin uyguladığı bazı ufak tefek yaptırımlar karşısında son iki yılda Rusya ile ticareti büyük ölçüde artırdı. Türkiye’de yerleşik Rus şirketlerinin sayısı 2022’de 177 iken bugün 1.000’in üzerine çıktı ve Türkiye’nin enerjisinin neredeyse yüzde 50’si Rusya’dan sağlanıyor.
Türkiye’nin ekonomik bağımlılığı ve yatırımcıların Türk ekonomisini canlandırma ihtiyacı, Türkiye’yi taviz vermeye zorladığı için bölgedeki jeo-politik gelişmeleri de etkiliyor. Bu da Türk komprador burjuvazisinin Rusya’nın şemsiyesi altında olan Suriye’ye karşı bazı tavizler vermeye istekli olmalarına yol açabilmektedir.
Bir diğer faktör de göç sorunudur. Suriye’de 2011 yılında patlak veren iç savaş ve ayaklanmaların ardından Türkiye ucuz işgücü ve Avrupa Birliği’ne karşı bir koz olarak kullanışlı olan Suriyeli mültecilerine kapılarını memnuniyetle açtı. 3.5 milyondan fazla Suriyeli mülteci tüm düşük ücretli, tehlikeli işlerde çalışmak zorunda kalmakta ve burjuvazi tarafından yerel işçi sınıfına karşı kullanılmaktadır. Her yerde gözlemlenebileceği gibi mülteciler ekonomik olarak kârlı olduğu sürece devletler tarafından sömürülmektedir. Oldukça dezavantajlı bir durumda olan mülteciler hakları ve onurları için ayağa kalkamamaktadır. Bu durum değiştiği anda, devlet sınır dışı etme, şovenizm ve ırkçılığı bir sopa olarak kullanma, toplumda fiziksel saldırılar ve işçi sınıfı içinde rekabetçi baskının yoğunlaşması ile tepki vermektedir.
Bu gelişme şu anda Türkiye’de gözlemlenmektedir. Mültecilere karşı ırkçılık uzun süredir yaygın olmasına rağmen son günlerde saldırılarda niteliksel bir artış olmuştur. Bu değişim, Türkiye-Suriye ilişkilerini çevreleyen güncel tartışmalarla bağlantılıdır ve bir bakıma daha saldırgan pratiklerin önünü açabilir durumdadır.
Erdoğan, Suriyeli göçmenleri Suriye’ye geri göndermek istediğini ve bu amaçla Suriye-Türkiye sınırındaki 30 kilometre derinliğindeki “güvenlik koridorunu” kullanmak istediğini defalarca açıklamıştı. Aynı zamanda, nüfusun neredeyse yarısı son 13 yıldaki savaş ve çatışmalarda öldüğü ya da göç ettiği için Suriye burjuvazisinin de acilen işgücüne ve askeri anlamda insan kaynağına ihtiyacı olduğu ortadadır. Dolayısıyla Türk devletinin, Suriyeli mültecilere yönelik politikasının değişmesi halinde Esad’ın bu durumla başa çıkmasının yolu açılmış olacaktır.
Rojava’da durumun karmaşıklığını çözecek anahtar, safların belirginleşmesinde saklıdır
Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi faşist Türk devleti için sadece bir “diken” değil, aynı zamanda varoluşsal bir tehdittir. Kuzey-Doğu Suriye’nin başarılı bir şekilde özgürleştirilmesi ve bugünkü Özyönetim’in kurulması bunda özel bir rol oynamaktadır. Türk hakim sınıfları Suriye ile antlaşma taleplerinden bahsederken, Özyönetim’e karşı ortak mücadele temel nokta olarak ele alınmaktadır. Çünkü bugün Rojava’nın Özyönetim bölgesi, Kürt ulusunun haklarının teminat altına alınması ve Türkiye Kürdistanı’nın özgürlüğü için mücadele etme konusunda bir örnek ve teşvik işlevi görmektedir.
Anti-DAİŞ Koalisyonu altında bölgede konumlanan emperyalist güçler, Rojava’da belirleyici konumda olma konumlarını tahkim etmek istemektedirler. Koalisyon ile Özyönetim arasındaki işbirliği son aşamada sadece askeri düzeyde değil aynı zamanda diplomatik, mali ve siyasi olarak da yoğunlaşmaktadır. ABD, Suriye’nin kuzey ve doğusundaki Özyönetim topraklarının bulunduğu petrol zengini bölgede bir üs elde edip edemeyeceğini ve Özyönetim üzerindeki etkisini güçlendirip Rojava’yı kendisine bağımlı hale getirip getiremeyeceğini, yani yarı-sömürge yönetimi kurup kuramayacağını değerlendirmeye çalışmaktadır. Aynı zamanda Amerikan ordusunun Suriye’den çekilmesine ilişkin tartışmalar da sürüyor. Burjuva kalemşörler ABD’nin Suriye’deki pozisyonunun bundan sonraki seyrinin muhtemelen sonbahardaki başkanlık seçimlerinden sonra ortaya çıkacağını belirtseler de, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını daha fazla tahkim etme çabası hareketin esas yönünü oluşturmaktadır. ABD’nin tutumu, Erdoğan ve Esad arasındaki müzakerelerde temel bir rol oynayacaktır.
Suriye rejimi bir yandan bölgedeki ve Asya’daki diplomatik ilişkilerini istikrara kavuşturmaya ve yabancı yatırımcıları daha fazla çekmeye çalışırken, diğer yandan da İsrail tehdidine karşı ordusunu güçlendiriyor. Suriye ekonomisi dibe vurmuştur. Üretim oldukça gerilemiş durumdadır. Son yıllardaki izolasyon ve ambargo yoksullaşmayı ve enflasyonu daha da derinleştirdi ve ABD’nin baskı ve yaptırımları altında Suriye para birimi büyük ölçüde devalüe edildi. Bölgedeki olası savaşlara hazırlanmak, iç çatışmaların yeniden alevlenmesini önlemek ve kendisini, devletini yeniden inşasına adamak için Esad, diplomatik ilişkilere ve yeni anlaşmalara yoğunlaşmakta, tekellerle anlaşmaya varma yollarını aramaktadır. Bu anlamıyla Suriye, taktik ve stratejik kararlarda da belirleyici bir rol oynayan Rusya’nın fiili kontrolü altında kalmaya devam edecektir. Halihazırda Suriye iç pazarı, büyük ölçüde Rus, Çin, Kuzey Kore, İran burjuvazinin pazarı haline gelmiştir. İşgal altındaki bölgelerde ise Türk burjuvazisi pazarı kontrol etmektedir.
Şu anda Suriye hükümeti, Türk hükümetinin aksine, olası bir buluşma noktasında net bir açıklama yapmış değildir. Suriye kendi topraklarının Türkiye tarafından ilhakını ve işgalini kabul etmemekte, müzakerelerde tek bir talepte, Türkiye’nin işgal ettiği topraklardan çekilmesinde ısrar etmektedir. Ancak Suriye rejimi bu noktada bir yumuşama sinyali de vermiştir. Kartları şu anda çok güçlü değildir ve müzakerelerde Rusya ve ABD’nin pozisyonuna bağımlıdır ve gücünü sadece bu bağımlılıklardan alabilmektedir. Aynı durum nispi farklılıklar taşısa da öz olarak TC içinde geçerlidir.
Türkiye’nin işgal ettiği bölgeler; büyük ölçüde 2011’den itibaren Suriye rejimine karşı ayaklanmalar sırasında ittifak kurduğu ve Amerika’nın önderliğinde finanse ettiği ve maddi olarak desteklediği İslamcı paralı askerlerin, çetelerin idaresi altındadır. Türkiye bu çeteleri mümkün olduğunca az kayıp ve mali harcamayla işgal bölgelerini elinde tutmak ve eylemlerinin sorumluluğundan kaçmak için kullandı. Çeteler de ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlıdır. Türkiye çıkarlarına uygun olması halinde bu birlikleri hızlı bir şekilde elden çıkarabilir ve bu durum, çetelerin farkında olduğu gibi, yaşamlarını tehdit etmektedir.
Türkiye’nin işgal ettiği topraklardan çekilmesi durumunda oradaki çetelere ve halka ne olacağına dair çeşitli senaryolar ortaya atılmaktadır. Ancak açık olan orada ikame eden çetelerin sorunsuz bir şekilde teslim olmayacağı ve çatışmaların yaşanacağı açıktır. Erdoğan tarafından açıklanan Türkiye ile Suriye arasındaki “normalleşme görüşmelerine” yanıt olarak bu gerici çeteler çeşitli bölgelerde Türk ordusuna saldırmış, ancak bu ayaklanmalara rağmen şu anda belirleyici faktör Türkiye’ye olan mali bağımlılık olduğu için bu çatışma hali kısa sürmüştür. Ancak büyük bir rahatsızlığın olduğu ortaya çıkmıştır.
İki devlet arasında bu görüşme gerçekleşecek mi, bir antlaşma olacak mı? Olacaksa bu anlaşma neleri içerecektir? Tüm bu sorular hala açık. Görüşmenin gerçekleşeceği ve Irak tarafından ılımlı bir şekilde karşılanacağı varsayılabilir ancak Rusya ve ABD’nin tutumuna bağlı olarak hızlı bir anlaşmaya ve yeni ittifaklara yol açması pek olası değildir. Türkiye’nin Ukrayna’da vereceği tavizler karşılığında Suriye’de işgal ettiği toprakları Suriye’ye devretmesi ya da Türkiye’nin bu topraklardan resmen çekilmesi ancak ekonomik olarak orada kalmaya devam etmesi olası ihtimaller dahilindedir. Türk ve Suriye burjuvazilerinin istekleri tali, Rus ve ABD emperyalistlerinin istekleri ise esas olduğu içindir ki bu çelişkide de belirleyici olan Rus ve ABD’nin ortaya koyacakları tavırdır.
Rojava’daki kitleler içinde iki devlet arasındaki olası anlaşmalar, evlerine dönüp dönemeyecekleri, 2011 öncesi duruma dönüp dönemeyecekleri; Afrin, Serekaniye ve Gire Spi’ye dönüşün hangi koşullarda mümkün olabileceği gibi pek çok tartışma yaşanmaktadır. Bu tartışmalar yapılırken aynı zamanda Özyönetim, bölgelerin yönetimi konusunda statü oluşturmak ve özerk Özyönetimin uluslararası boyutta tanınmasına yönelik bir adım atmak için yerel seçimler düzenleme adımlarını attı. Olası bir meşrulaştırma, Özyönetim ile Suriye rejimi arasında bir yakınlaşma zeminini güçlendirebilirdi. TC, seçimleri kabul etmediği gibi yüksek perdeden tehditlerini ortaya koydu ve saldırılarını yoğunlaştırdı. Türkiye ve Suriye’nin “normalleşmesi” ile ilgili mevcut spekülasyonlar da bu perspektiften görülmelidir. Eğer Rojava kendi statüsünü kabul ettirmek için adımlar atmak isterse, Erdoğan ve Esad “ortak düşmana” karşı güçlerini birleştirecek ve Özyönetime karşı askeri, siyasi ve ideolojik düzeyde ortaklaşmanın yollarını arayacaklardır.
İki egemen güç arasındaki bir ittifak, ezilen halklara ve emekçi sınıflara yönelik yeni bir saldırı dalgası anlamına gelecek; Rojava halkının uğruna mücadele ettiği demokratik haklara, Kürt halkının uğruna mücadele ettiği özgürlüklere, devrimin bir kazanımı olan ve uğruna mücadele edilmeye devam edilmesi gereken kadın haklarına karşı mücadelede ittifak anlamına gelecektir. Sadece bu temelde ortak bir paydada buluşabilirler. Birçok insan Afrin, Serekaniye ve Gire Spi’deki evlerine özlem duysa da kitleler emperyalist burjuva politikalarını çok iyi hissetmekte, egemenlerin boş vaatlerine umut bağlamamaktadır. Bu durum burjuvazi için tehlikeli bir faktördür.
Kürdistan’da komprador burjuvazinin ezemediği temel güç; Gerilla
Kürdistan’da gerillalarının savaştığı dağlar Rojava’nın ve genel olarak Kürt hareketinin savunmalarından biri olarak kabul görmektedir. Orada 20-30 yıldır mevzilerini koruyan gerillalar, Kürt direniş hareketinin kalbi ve beynidir. Türk devletine karşı sık sık dişe diş bir direnişten geçmiştir. Erdoğan’ın Nisan ayında Irak Başbakanı Muhammed Şii el-Sudani ile biraraya gelerek çok maddeli bir anlaşma imzalamasının ve Irak’ı Avrupa’ya bağlayacak ticaret yolu projesinin temellerini atmasının ardından Türkiye, Haziran ortasında Duhok yakınlarındaki Amedi bölgesine yeni bir saldırı başlattı. Bu taarruz, Türkiye’nin geçen yıl “Pençe Yıldırım” ve “Yıldırım” operasyonlarının devamı olarak başlattığı “Pençe Kilit” operasyonunun bir devamıdır. Faşist ordu, kış aylarında büyük kayıplar verirken, bahar aylarında havadan ve karadan intikam kampanyasını başlattı.
Nisan 2021’den 2022’ye kadar süren önceki operasyonlarla Türk ordusu yaklaşık 7 km içeriye girdi ve birkaç askeri üs kurdu. Ancak gerillaların güçlü direnişi nedeniyle Türkiye daha fazla ilerleyemedi ve sonuç olarak KDP ve Irak hükümeti ile diplomatik ilişkilere odaklandı. Onların desteğiyle Türkiye şu anda 70’ten fazla askeri üs kurup takviye edebilmiş ve yeni güçleri harekete geçirebilmiştir.
Operasyonun odak noktalarından biri, bölgenin en yüksek zirvelerinden biri olan ve stratejik öneme sahip Bahar Dağı’dır. Zirveyi ele geçirmeye yönelik ilk girişimler gerillalar tarafından başarıyla engellenmiştir. Ancak KDP’nin Türkiye’ye tamamen boyun eğmesi sürecinde yol açılmıştır ve Türkiye Bahar Dağı ile Gare Dağları arasına 300 civarında tank yerleştirebilmiştir. Yüzlerce silahlı gücü harekete geçirmiştir. Türkiye kendisini daha uzun bir operasyona hazırlamaktadır. Irak, işgali sözlerle eleştirse de bu sözlerin arkasının gelmeyeceği aşikârdır ve NATO toplantısı öncesi görüşmelerin yapıldığı, çeşitli devletler arasında anlaşmaya varıldığı ve işgalin başlatıldığı varsayılabilir.
NATO toplantısında Erdoğan bir kez daha Kürt hareketine karşı mücadelede NATO güçlerinden daha fazla destek talep etmiştir. Zira Kürt sorunu hala Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından birisidir ve bu savaş yakın zamanda bitmeyecektir. Erdoğan, direnişin hiçbir şekilde durdurulamayacağını ve her saldırı dalgasının Kürt gençlerini bir kez daha direniş ve gerilla saflarında örgütleyeceğini ve böylece TC’nin giderek daha fazla zorlanacağını bilmektedir. Türk burjuvazi bu anlamda büyük tedirginlik yaşamaktadır. Bu anlamda saldırı ve işgalleri yaygınlaştırarak bu korkusunu aşmak istemektedir.
1990’larda faşist Türk devletinin yüzlerce Kürt köyünü yaktığı, bombaladığı, yıktığı ve kuşattığı; binlerce Kürdün ölümüne ve yerinden edilmesine yol açtığı, böylece gerillayı izole etmek ve doğayı direniş olmadan sömürmek ve yok etmek için bölgeyi insansızlaştırdığı bilinmektedir. Bu uygulama bugün Kürdistan’da Medya Savunma Alanları’nda tekrarlanıyor. 2020’den bu yana 160’tan fazla köy yerinden edildi ve 600’den fazla köy de aynı kaderi paylaşma riskiyle karşı karşıyadır. Geniş tarım arazileri yakılıp talan edilmiştir.
Kürt nüfusuna yönelik bu saldırılar, Irak’ı Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya bağlayacak olan yeni ticaret yolunun önünü açmayı amaçlıyor. İnsanlar ucuz işgücü olarak çalışmak üzere şehirlere sürülmekte, mülklerine ve topraklarına Türk devleti ve ona bağlı KDP tarafından el konulmaktadır. Bu aynı zamanda bir neslin daha düşmanın yüzünü tanıyacağı, öfkenin ateşleneceği ve yeni bir savaşçı neslinin tek savunma aracı olan silahlı direnişe, gerillaya katılacağı anlamına gelmektedir.
Gerilla, uluslararası direniş hareketleri ve silahlı devrimci örgütler için büyük önem taşıyan tarihi bir direniş sergilemektedir. Gerilla, 3 yıldan fazla bir süredir Türk ordusuna karşı cepheyi tutabildi ve TC ordusu 7 kilometreden fazla içeriye ilerleyemedi. Taktiksel bir geri çekilmenin ardından cephe şu anda sınırın 15 kilometre gerisinde bulunmakta ve faşist ordu her gün acı darbeler almaktadır. Son süreçte HPG, Bahar Dağı yakınlarında bir helikopter düşürdüğünü görüntüleri ile paylaştı. En büyük ikinci NATO ordusuna yönelik düzenli olarak kamikaze insansız hava araçlarıyla saldırıyor, aniden ortaya çıkıyor, nişan alıyor, vuruyor ve hiçlikte kayboluyorlar. Taktiksel olarak gerilla, NATO’nun ikinci büyük ordusunun teknolojik ilerlemesine ayak uyduruyor ve ağır darbeler indirebiliyor. Türkiye’nin her fırsatta gerillaya karşı mücadelede destek istemesi, askeri, taktik ve stratejik gücünün de düzeyini göstermektedir. Dağlardaki silahlı direniş bugün Rojava’yı, IŞİD’in yenilmesini, Türkiye Kürdistanı’nda güçlü Kürt örgütlerinin varlığını mümkün kılmaktadır. Direnişin silahlı kısmı mücadelenin sigortasıdır ve dalgaların arasındaki kaya gibidir. Ve tüm devrimci hareketlerin öğrenebileceği şey tam da bu deneyimlerdir.
İsrail, Filistin ve Lübnan… Soykırım ile başlayan bölgesel savaş hazırlıkları
10 ay süren soykırım savaşı ve işgali, 40 binden fazla ölü, yüz binlercesinin yerinden edilmesi, harabeye dönmüş bir şehir yarattı. Tüm bunlar İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü yok etme savaşının sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Savaş, İsrail’in Lübnan ve Suriye’deki hedeflere düzenli olarak saldırmasıyla hız kesmeden devam ediyor. Savaşın tırmanıp tırmanmayacağı ve daha da yayılıp yayılmayacağı konusunda spekülasyonlar devam ediyor. Şimdiye kadar, çevredeki devletler geri çekilip Filistin halkının yok edilmesini izliyor gibi görünüyor, savaş kendi sermayelerini tehdit etmediği sürece hiçbir burjuvazi müdahale etmeyeceği bir kez görülmüştür.
İsrail’in bölgedeki en büyük rakibi olan İran’ın, yeni seçilen Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın daha reformist ve ılımlı bir yüz seçmesi de İran’ın şu anda İsrail ile savaşı tırmandırmak ya da daha fazla müdahil olmak istemediğini gösteriyor. Ancak bu durum hızla değişebilir. Washington’daki NATO zirvesinde öne çıkan konulardan biri de Batılı devletlerin Filistinlilere yönelik soykırımın arkasında durması ve İsrail’i askeri, mali ve diplomatik yollarla desteklemeye devam etmesi oldu. Erdoğan; Filistin için söz, İsrail için gemi politikasını istikrarlı bir şekilde sürdürmektedir.
Kitleler içinde öfke, komünist ve devrimcileri göreve çağırıyor
Emperyalizm tüm acımasızlığıyla saldırmaktadır. Filistin halkına karşı yürütülen savaş karşısında, uluslararası devrimci güçler arasındaki zayıflık ve oportünizm açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak buna rağmen FHKC’nin son açıklamasında ilan ettiği gibi Filistin halkının direnişi devam ediyor: “Halkımız bu suçlara boyun eğmeyecek ve yenilmeyecek, saldırılara karşı tüm kararlılığıyla savaşmaya devam edecek ve direnişin saldırılarından kaçmak için Gazze bataklığından kaçan düşmanı yenecektir!” Bu net duruşu, uluslararası alanda büyük bir mücadele, Filistin halkıyla dayanışmanın yoğunlaştırılması ve kendi burjuvazilerinden her türden kopuş takip ettiği oranda, emperyalizme karşı büyük sıçramalar ete-kemiğe bürünebilir.
Son on yılda ve özellikle son on ayda, Ortadoğu’daki kitlelerin düşmanları daha açık bir halde görünür oldu. Emperyalist güçler her yerde saldırganlaşıyor, arkalarında cesetler, yıkıntılar ve sefalet bırakıyor. Emperyalizm ile genel olarak ezilen halklar ve özel olarak Ortadoğu’daki ezilen halklar arasındaki çelişki karşısında hiç kimse gözlerini kapayamaz. Emperyalizmin saklamak istediği vahşi şiddet, yıkım gizlenemiyor, ikiyüzlü bir maske bile takılmıyor ya da takmaya çalışıyor ama başarılamıyor. Kitleler emperyalizmin karakterinin çok iyi farkındadır ve onları affetmek asla olmayacaktır. Öfke kaynıyor ve bir noktada başka bir patlamaya neden olacaktır.
Ve bu tam da bugün yeterince yerine getiremediğimiz şey, devrimci güçlerin sorumluluğu ve görevleridir. Eğer Ortadoğu’da kitlelerde bir patlama daha olursa ve kitleler ayağa kalkar ve emperyalist güçlere karşı çıkarsa, muazzam bir güç açığa çıkacaktır. Ancak bu güç örgütlenmez, yönlendirilmez ve doğru hedeflere kanalize edilmez ise, kendi aleyhine dönecek ve ezilen halklar ile emperyalizm arasındaki çelişkide niteliksel bir sıçrama yerine, kitlelerdeki aslında antagonist olmayan çelişkiler derinleşecek ve şiddetli çatışmalara dönüşecektir.
Bugün herkes bir taraf seçmek zorundadır; ya emperyalizme karşı kitlelerin yanında savaşacak ya da baskı ve sömürü iktidarını güçlendirecektir. Sınıf mücadelesinde tarafsız, “dışarıdan” bir duruş yoktur. Herkes bu mücadelenin içindedir.
Günümüz koşulları ve çelişmeleri tek bir kararı doğru olarak karşımıza çıkarmaktadır: mücadeleye devam etmek, proletarya partisi önderliğinde örgütlenmek ve kitleleri örgütlemek, mücadeleye kararlılık ve cesaretle yaklaşmaktır. Çünkü kesin olan bir şey vardır ki, devletlerin bir sonraki planlamaları nereye saldıracakları, bir sonraki savaşın ne zaman patlak vereceği, hangi toprakları işgal edecekleri üzerinedir. Ancak bu, dünyanın sömürülen işçileri ve ezilen halkları için tek bir seçenek olduğu anlamına gelmektedir; proleter partinin önderliğinde, enternasyonalizm ruhu ile devrimci mücadeleyi geliştirmek, birleşik mücadele olanaklarını sonuna kadar zorlamak… Ve bu seçeneğin sorumluluğu bizlerin omuzlarındadır. Bu sorumluluğun farkında olup yapmamak tarihsel sorumluluğumuzdan kaçınmak, insanlığın kurtuluş mücadelesinde rolümüzü oynayamadığımız anlamına gelir. Eksik olan bu mücadeleye atılacak cüreti kuşanmaktır. Kitlelerin bu cüreti göstereceği günler uzak değildir. Bu anlamda devrimci ve komünistlerin sergilemesi gereken cüretin yıkıcılığını kavramak zorundayız. Günbegün “ya barbarlık ya sosyalizm!” şiarı kendisini dünya çapında hissettirirken, bölgemizde “ya soykırım ya halkların demokratik iktidarı” şeklinde tezahürünü buluyor. Bu bağlamda dorukları fethedecek cüretimiz olduğunda kitlelerin umutlarına tercüman olabilir, kitleler gerçek kahraman rollerini yerine getirebilirler.