Komprador patron ağa devleti sözcülerinin “yerli ve milli” propagandasının ne olduğu, ekonominin yönetimi ve denetiminin ABD’li McKinsey şirketine verilme tartışmalarında görülmüş durumdadır. TC devletinin daha kurulurken emperyalist sermayeye olan bağımlılığının, yarı sömürge, yarı feodal toplumsal yapısını şekillendirdiği, özellikle Türk hakim sınıflarının emperyalizme olan bağımlılığı (ve dolayısıyla güçsüzlüğü) diğer etkenlerle birlikte, devlet örgütlenmesinin faşist karakterine yol açmıştır. TC devletinin kuruşundan itibaren emperyalizmin yarı sömürgesi olması beraberinde hem içte hem de dışta uyguladığı politikalarda belirleyici etken olmaktadır.
Kimi dönemler görüntüde olsa ortaya çıkan “anti emperyalist” tutum ve davranışlar, tamamen konjonktürel ve gerçekte Türk hakim sınıflarının emperyalist klikler arasında kendisini pazarlama ve şantaj politikasının ürünüdür. TC devletinin kurulduğu bölge, nüfusu, yeraltı ve yerüstü kaynakları vb. Türk hakim sınıfları açısından emperyalizme kendini pazarlamanın aracı olarak kullanılmakta, bu ise beraberinde bazı çevrelerde hakim sınıfların görece gücü ve bağımsızlığı olarak propaganda edilmektedir. TC devletinin tarihi, M. Kemal’den günümüze emperyalizme bağımlılığın, sömürünün, katliamların tarihidir.
Bu böyle olduğu içindir ki, dün emperyalizme “eyy”lenen Tayip Erdoğan, “bazı sıkıntıları” aşmak için önce ABD sonra da Almanya ziyaretlerinde bulundu. Ziyaretlerden ortaya çıkan sonuç, TC ekonomisinin ABD merkezli McKinsey adlı şirkete teslim edilme anlaşması oldu. Ancak yine de kuyruk dik tutulmakta ve halka yalan söylenmeye devam edilmektedir: “Son günlerde finansal danışmanlık alınan şirket üzerindeki tartışmalar aslında bizi töhmet altında bırakarak ülkemizi aynı cendereye sokma girişimidir. Biz bu oyuna gelmeyiz. Bu can bu tende oldukça hiç kimse Türkiye’yi uluslararası kuruluşların boyunduruğu altına sokamaz” (R.T. Erdoğan, 6 Ekim)
TC devletinin kendisini IMF’ye değil de McKinsey’e teslim etmesi, daha önceden IMF’ye yönelik izlenen popülist politikaların sonucu olsa da, uygulanacak politikalar benzer olacaktır. Nitekim, damat tarafından açıklanan Yeni Ekonomik Plan’ın McKinsey’in yönlendirmesinde hazırlandığı; RTE’yle önce Amerikalı, sonra da Alman CEO’larını buluşturan organizasyonu McKinsey’nin kotardığını düşünmemek için bir neden yok. Ancak ister McKinsey olsun ister IMF ya da herhangi bir emperyalist mali sermaye şirketi olsun, TC devletinin emperyalist mali sermayeye bağımlılığı ve yarı sömürge yapısı düşünüldüğünde, hareket alanı oldukça zordur. Atılacak her adım, uygulanacak her politika sömürü ve bağımlılık ilişkisini artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Temel sorun, TC devletinin emperyalist kapitalist ilişkiler ağıyla sıkı sıkıya sarılmış olmasıdır. Bu ağ parçalanmadan ekonomik krizlerden kurtulmak mümkün değildir.
Faşist iktidara karşı gelişen en küçük muhalif hareketi bile “dış mihrak”ların işi olarak propaganda eden hakim sınıf sözcüleri, ekonomide yaşanan gelişmeleri de benzer şekilde (“Türkiye’de ekonomiyle alakalı bir manipülasyon var, manipülatif bir hareket var.” R.T. Erdoğan, 6 Ekim) propaganda etse de; artık bıçak kına sığmamaktadır. Her şeyleriyle emperyalizme bağımlı olanların, dönüp dolaşıp geleceği yer yine “danışmanlık hizmeti” adı altında kürkçü dükkanı olsa da, Kasımpaşa jargonuyla yapılan kabadayılığın işçi sınıfı ve halka açlık ve yoksulluk olarak yansıdığı bir sır değildir.
“Türkiye’de bir defa kriz yok! Önce bir ekonomiyi öğren!”
Ekonomik kriz bütün ağırlığıyla kendini hissettirmektedir. Kriz toplumsal alana yansımakta, bireysel intiharlardan, kendiliğinden ve havalimanı inşaat işçilerinin eyleminde olduğu gibi kitlesel tepkilere kadar bir dizi pratik ortaya çıkmaktadır.
Son açıklanan rakamlara göre; enflasyon: Tüketici % 24,52. Üretici % 46,15. Yıllık enflasyon % 24,52 ile 15 yılın zirvesinde. Gıda % 27,7. Ev eşyası % 37,3. Ulaştırma: % 36,6. Konut % 21,8 arttı. İşsizlik 17,1 ile 5 milyon 952 bin. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre Eylül ayı enflasyonunun yıllık bazda yüzde 24,52 artış göstermesi beraberinde dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmek için yapması gereken minimum aylık gıda harcamasına denk gelen “açlık sınırı”ndaki bir aylık artış 108 TL olurken, bu verinin hanehalkı tüketim harcamasına dağıtılması ile elde edilen veriye denk gelen “yoksulluk sınırı” ise 374 TL artış yaşandı. Verilere göre “açlık sınırı” bin 857 TL olurken, “yoksulluk sınırı” 6 bin 424 TL’ye yükseldi. Böylelikle yoksulluk sınırındaki artış, asgari ücret artış miktarının yaklaşık 6 katı oldu. (Birleşik Metal-İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi-BİSAM) Doğalgazdan elektriğe ve halkımızın temel besin kaynağı olan ekmeğe kadar yapılan zamlar ortadadır. Bu rakamlar yaşanan ekonomik krizin bedelinin işçi sınıfı ve halka ödetildiğinin göstergesidir.
Yaşanan ekonomik krizin sadece işçi sınıfını ve emekçileri etkilediğini düşünmek yanıltıcı olur. Kriz aynı zamanda küçük ve orta burjuvaziyi de etkilemektedir. Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Sicil Gazetesi’nde yayınlanan ilanlara göre Ocak ve Eylül ayları arasında 78 bin 944 iş yerinin kapandığı ve iş yeri kapanışlarında bir önceki yıla göre % 12’lik artış yaşandığı açıklanmıştır. (Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu -TESK- Genel Başkanı Bendevi Palandöken) Türkiye pazarında yarım asırlık faaliyet yürüten ve ekonomik yapılarıyla orta burjuvaziye karşılık gelen kimi şirketlerinde aralarında bulunduğu binlerce şirket iflas etmiş durumdadır. İflas anlamına gelen konkordato ilanı yapan şirket sayısının 3 bini geçmesi ve yıl bitmeden bu sayının 5 bin ila 7 bin arasında olacağı iddia edilmektedir. (Sözcü, Nedim Türkmen) Bütün bu tablo işçi sınıfı ve emekçi halk açısından krizden öte bir çöküşe işaret etmektedir.
İşçi sınıfı ve emekçi halk açasından tablo bu iken Türk hakim sınıfları açısından kriz bir fırsata çevrilmek istenmektedir. “Her kriz beraberinde birçok fırsatı da getirir.” (R.T. Erdoğan, 6 Ekim) Gerçekten de hakim sınıfların temsilcileri için ekonomik kriz olmadığı açıklanan rakamlardan anlaşılmaktadır. Sayıştay’ın açıkladığı rapora göre Saray’a geçen yıl 658 milyon lira harcanmıştır. Sadece mutfak masrafı 2 milyon 600 bin liradır. Sarayın günlük masrafı ise 1 milyon 800 bin lira! (Rahmi Turan, Sözcü, 5 Ekim) Komprador bürokratlar halkın vergilerini ejder meyveli, badem sütlü menülerine harcarlarken, fonlara da el atmaktadırlar. İşsizlik Sigortası Fonu’na ait 11 milyar TL, üç kamu bankasına aktarılmıştır. (Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın) Bu “aktarılma sırasında” 552 milyon liranın kayıp olduğu (Sözcü, Murat Muratoğlu, 6 Ekim) haberleri ise, hırsızlığın boyutu hakkında yeterli bir vermektedir.
AKP hükümetinin gözdelerinden Cengiz İnşaat’a İzmir Mavişehir’deki 23 bin 113 metrekarelik arazi değerinin çok altında, 4.5 milyona satıldı. Şirketin burada en ucuzu 1 milyon TL olan 366 daire artı 33 dükkan yapacağı ileriye sürüldü. (Atilla Sertel) Birkaç daire fiyatına büyük bir vurgun söz konusudur. Benzer şekilde Beşiktaş’ta bulunan 29 bin 750 metrekarelik Jandarma Dikimevi arazisi önce Emlak Konut’a devredildi, şimdi ise satıştadır. Yağma ve talan tüm hızıyla sürmektedir.
Yaşanan ekonomik krizin gerçekte işçi sınıfına ve halka fatura edildiği, hakim sınıfların bu krizi fırsata çevirdikleri banka karlarından rahatlıkla anlaşılabilir. Bankaların ocak-ağustos döneminde elde ettikleri faiz gelirleri, geçen yılın aynı dönemine göre % 41.6 artarak 156.6 milyar liradan 221.8 milyar liraya çıkmış durumdadır. Bankalar karlarına kar katarken halkımız yaşamını sürdürebilmek için daha fazla borçlanmaktadır. 2018’in ilk 6 ayında toplam kredi kartı sayısı 64 milyon 829 bin 970, toplam banka kartı sayısı ise 136 milyon 408 bin 538 olarak kayıtlara geçmiş durumdadır. (B. Palandöken)
“Biz Bize Benzeriz”den “Biz Bize Yeteriz” Faşizmine!
Türk hakim sınıfları ve onların sözcüleri için “yerli ve milli” söylemi, “biz bize benzeriz” yaklaşımı yeni değildir. Tayyip Erdoğan aslında her adımıyla M. Kemal’in başarılı bir takipçisi olduğunu pratiğiyle kanıtlamaktadır. M. Kemal’in “Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz çünkü biz bize benzeriz” (1 Aralık 1921) sözünden, T. Erdoğan’ın McKinsey için “fikri danışmanlık hizmeti alınmaması konusunda talimat verdim. Gerek yok, biz bize yeteriz” (6 Ekim 2018) sözüne uzanan tarihsel süreç, TC faşizminin emperyalist mali sermayeyle el ele Türkiye halkını sömürmesi, yoksullaştırması ve katletmesi tarihinin özü ve özetidir.
Günümüzde sıklıkla propaganda edilen “yerli ve milli” söylemi, M. Kemal’in tek parti faşist diktatörlüğü döneminden ilham alınmadır. Nevi şahsına münhasır söylemi ve yaklaşımı Türk hakim sınıfları için tipiktir ve emperyalist mali sermaye ile ele ele, kol kola Türkiye halkını sömürmenin, yoksullaştırmanın ve yeri geldiğinde katletmenin adı olmuştur. Bu nedenle tarihsel bir devamlılıktan bahsetmek doğru olandır.
Şimdilerde T. Erdoğan yaşanan ekonomik kriz nedeniyle bir yandan emperyalist mali sermayeye kendini pazarlamanın aracı olarak şantaj söylemine “AB’yi referanduma götürürüz” (4 Ekim) başvururken; diğer yandan ise sanki McKinsey’le yapılan anlaşma için hiç haberi yokmuş gibi “bütün bakan arkadaşlarımı çağırdım, söyledim. Bunlardan fikri danışmanlık hizmeti almayacaksınız dedim”e (6 Ekim) uzanan çizgide, biz bize benzeriz/yeterizci “yerli ve milli” faşizmin ayak izleri vardır. Yaşanan ekonomik krize yönelik konum alma ve yaklaşan fırtınaya karşı ön alma çabası vardır.
Yerli ve milli faşizmin bütün çabası yaklaşan fırtınaya karşı bir yandan politik alanda şovenizmi ve milliyetçiliği kışkırtırken, diğer yandan ise en küçük hak talebine karşı devletin kolluk güçlerini devreye sokmak olmaktadır. Havalimanı işçilerinin eylemlerine yönelik saldırının halen devam etmesinden (tutuklu sayısı 34 oldu), gözaltı ve tutuklama sayılarında yaşanan artışa, hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri ve faşist baskılarda yükselişten, Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerini yasaklamaya kadar bir dizi faşist saldırı ve zor uygulaması devrededir.
Bir yandan ekonomik krizin olmadığı, manipülatif olduğu diğer yandan her krizinin beraberinde fırsatları da getirdiği söylemi bir çelişki gibi görünse de, gerçekte ortada bir çelişki yoktur. Ekonomik kriz işçi sınıfı ve halk için vardır. Türk hakim sınıfları için yoktur. Emperyalist mali sermayeyle “alacak verecek meselesi”nde yaşanan çelişkiler ve ortaya çıkan tablo, T. Erdoğan tarafından “Allah’ın bir lütfu olarak” kullanılmak istenmektedir. Böylelikle Türk hakim sınıfları, bir yandan yaşanan ekonomik krizin faturasını işçi sınıfına ve emekçi halka fatura ederken, diğer yandan ise krizin sorumluluğunu “dış güçlere” atma yaklaşımı içindedirler.
“Yerli ve milli” faşizm en iyi bildiği şeyi yapmakta, bir yandan krizi fırsata çevirip karlarına kar katıp, yağma, talan ve sömürüye devam ederken diğer yandan başta işçi sınıfı olmak üzere halka, Kürt hareketine, Alevilere, kadınlara, devrimci demokratik muhalefete yönelik azgın faşist terörünü devreye sokmaktadır. Türk hakim sınıflarının kendi içinde yaşadığı çelişkiler ve emperyalist mali sermayeyle girilen ilişkiler, işçi sınıfı ve halka karşı saldırının bir gerekçesi yapılmaktadır.
Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının önünde tek bir yol bulunmaktadır. “Yerli ve milli” faşizmi ezmek, her türden emperyalist bağımlılıktan, sömürü ilişkisinden kurtulmaktır. Türkiye demokratik devriminin bir yandan TC devletini diğer yandan emperyalizmi hedeflemesi bu gerçekle ilgilidir. Türkiye devriminin stratejik hedefinin emperyalizm, feodalizm ve komprador kapitalizm olmasının altında yatan gerçek; Türk hakim sınıflarının emperyalizmle ilişkisinin bir işbirliğinden öte uşaklık boyutunda olması ve bu bağımlılık ilişkisinden hareketle uygulamaya konulan her politikanın, dönüp dolaşıp işçi sınıfını ve emekçi halkı doğrudan doğruya etkilemesidir.
İşçi sınıfı ve halka dayatılan ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk ve faşist terör gerçek anlamda ancak ve ancak demokratik devrimin programı ve devrimci şiddetle alt edilebilecektir. Bunun dışındaki her yaklaşım sorunu çözmeyecek, “yerli ve milli” faşizmin ömrünü uzatacaktır. Bu gerçeklikten hareketle, bir yandan işçi sınıfı ve halka dayatılan ekonomik krizin nedenlerini açıklamak, diğer yandan ise çıkış yolu olarak demokratik devrimi işaret etmek, kitlelerin şu veya bu sebeple de olsa gerçekleştirdikleri eylemlerle ilişkilenmek olmazsa olmazdır. Gerçeklikten kopuk devrimcilik bizim işimiz olamaz. Bu kapsamda 3. Havalimanı direnişi çerçevesinde oluşturulan ve diğer direnişlerle ilişkilendirilerek genişletilmesi, zenginleştirilmesi elzem olan dayanışma ve mücadele hattı, yine krize karşı devrimci, demokrat ve sendikaların ortaklaştırmaya çalıştığı orta vadeli platform çalışmaları, Erdoğan’ın şimdiden “kayyum” tehditleri ile Kürt halkının elde edeceği kazanımlara dönük düşmanca tutum takınacağını ilan ederek rengini belli ettiği yerel seçimler dönemi için hazırlıklar, bağımsız kadınların ve kadın örgütlerinin kadın buluşmaları çerçevesinde ilerlettiği “kadınlar birlikte güçlü” atılımları… önümüzdeki süreçte pratik sürecimizi kapsayacak ve emek harcayacağımız alanlar olmalı ve buralardan olabildiğince öğrenme, buraların olabildiğince aktif bileşeni olma yönelimimizi artırmalıyız.
Özgün çalışmalara daha fazla ağırlık vererek ilerlememiz gereken bu süreçte örgütlerken örgütlenmek, nesnel dünyayı değiştirirken öznel dünyamızı da değiştirmek temel yaklaşımımız olmalıdır. Er ya da geç faşizmi ezeceğiz. Bundan kuşkumuz yok! Çünkü bizler biliyoruz ki kitleler ve parti olduğu müddetçe her türlü mucize yaratılabilir.