“Türk Devlet Aklı” ve Ermeni Dersi!

 “Türk Devlet Aklı” ve Ermeni Dersi!

“Tarihi, soykırım ve katliamlarla dolu Türk devletini korumak ve kollamakla görevli ırkçı-faşist bir partiden “demokratikleşme”, “kardeşlik” söylemlerinin bir inandırıcılığı olabilir mi?”

7 Nisan 2025

Kürt Ulusal Hareketi’nin önderi ve 26 yıldır İmralı Adası Hapishanesi’nde tecrit altında tutulan A.Öcalan ile TC devleti arasında yapılan ve kamuoyundan saklı tutulan görüşmelerin sonucunda 27 Şubat tarihinde A.Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” yayınlandı. Türk devletinin İmralı’da A.Öcalan’la görüştüğü biliniyordu. Nitekim 22 Ekim 2024’te TBMM’de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, DEM Parti sıralarına gelerek “kanlı elleri” ile tokalaşmasından ve “Türkiye’ye getirilirken, her türlü hizmete hazırım diyen terörist başı, buyursun terörün bittiğini, örgütün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin”, “TBMM’de DEM Partisi grubunda konuşsun” çağrısından sonra Kürt sorunu ile ilgili çeşitli gelişmelerin yaşandığı kamuoyuna yansıdı.

Önce “aile görüşü” vesilesiyle DEM Parti milletvekili Ömer Öcalan’la A.Öcalan’ın görüş gerçekleştirilmesi, sonra DEM Parti heyetinde bulunan A.Türk, S.Sırrı Önder, P.Buldan’ın görüşmesinin ardından PKK yöneticileri ve IKBY yetkilileri ile görüşmelerinden dört ay sonra 27 Şubat’ta kamuoyuna A.Öcalan’ın beklenen açıklaması duyuruldu. A.Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı “devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın, tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendisini feshetmelidir” şeklindeki açıklaması kamuoyuna ilan edildi.

PKK, A.Öcalan’ın çağrısını “çağın manifestosu”, “asrın çağrısı“ olarak ilan ederken devlet cenahı “tarihi çağrı” olarak ele aldı. Hatta R.T.Erdoğan’ın danışmanı Mehmet Uçum, iddialı bir şekilde “bugünden itibaren artık Türkiye’de Kürt sorunu bitmiştir” bile dedi. Devamında PKK, “örgütün çağrının içeriğine olduğu gibi katıldığı ve çağrının gereklerine uyacağı ve uygulayacağını” açıklayıp derhal ateşkes kararı vermesine rağmen TC devleti “ateşkesi yetersiz” görmüştür. Nitekim D.Bahçeli’nin “terör örgütü ve guruplar derhal ve ön şartsız silah bırakmalı, hatta kanlı silahlarını TC’ye teslim etmelidir, ateşkes açıklaması doğru ve dengeli ve isabetli bir açıklama değildir” açıklamasını yapmıştır. MSB de aynı şekilde “ateşkes yok, söz konusu olamaz, silahlar derhal ve koşulsuz teslim olsun” açıklamasında bulunmuştur. Daha ilk günden tehditler havada uçuşurken, Rojava ile gerilla alanlarında hız kesmeden askeri operasyonlar, içte ise siyasi operasyonlar, kayyum atamaları sürdürülmekte ve dahası, “verilen sözler tutulmazsa günah bizden gider, operasyonları taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan sürdürürüz”, “yumruğumuz daima hazır tutuyoruz” vb. tehditler sürdürülmektedir.

AKP-MHP iktidarı, Kürt sorununu çözebilir mi?

AKP’nin 2002 ekonomik krizinden sonra “batı emperyalizmi”nin desteğiyle iktidara getirildiği biliniyor. AKP, başlangıçta “demokrasi” maskesi takmış, Avrupa Birliği’ne üye olma hedefiyle adım adım kitlelerin desteğini almış ve Kemalist söylemli hakim sınıf kliğini önemli oranda gerileterek, devlet iktidarına hakim olmuştur. AKP, Kemalizm’in “Türkçü İslamcı” söylemi yerine “İslamcı Türkçü” çizgisini hakim kılmıştır.

Gelinen aşamada Başkanlık rejiminde temsil olunan bu çizgi, “Türk devlet aklı” olarak tanımlanmaktadır. Nitekim günümüzde AKP’nin “ortağı” MHP, ABD emperyalizminin “komünizmle mücadele” yıllarında kurulmuş ve geliştirilmiş faşist bir partidir. İlk lideri ise Alparslan Türkeş’tir. Bu kişi, Türkiye’den NATO’ya kontrgerilla eğitimi almak için gönderilmiştir. Sekiz kişilik subay heyetinde yer almış, Türkiye’ye dönünce Gayr-i Nizamı Harp Eğitimi için harp okulunda ders vermek üzere görevlendirilmiştir.

MHP, Türkiye’de yaşayan Kürt, Alevi ve Hıristiyan inancından halkımıza karşı düşman bir partidir. Daha ilk kurulduğu günden itibaren sol-sosyalist-devrimci-ilerici-aydın ve yazarları katleden, Türk ırkı ve şovenizmini savunmayı kendine görev edinmiş bir partidir. Bu nedenle elbette 100 yıllık bir sorunda öne çıkması ve dahası inisiyatif alması özellikle üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

Bütün bu gerçekler, son 40 yıllık süreçte Kürt ulusunun yaşadığı katliamlar, sürgünler, insanlığa karşı işlenen suç dosyaları ile bilinen İttihat ve Terakki döneminin devamı olan Cumhuriyet Türkiye’sinde, geçmişleri ile yüzleşmeleri ve yargılanmaları gerekenlerin bugün yeni bir “misyon”, yeni bir “görev” üstlenerek hareket ettiklerini göstermektedir. “Bin yıllık Türk-Kürt kardeşliği”, “Gelin demokratikleşmeyi birlikte inşa edelim” vb. yalanlarla Kürt halkı bir kez daha kanlı tuzağa çekilmek istenmektedir. Tarihi, soykırım ve katliamlarla dolu Türk devletini korumak ve kollamakla görevli ırkçı-faşist bir partiden “demokratikleşme”, “kardeşlik” söylemlerinin bir inandırıcılığı olabilir mi?

Neden şimdi adım atıldı?

“Türk devlet aklı”nın 100 yıl sonra bugün “Türk-Kürt Kardeşliği”ni hatırlamasının sebebi elbette yalnızca Türkiye’de yaşanan gelişmeler değildir. Aynı zamanda uluslararası boyutu da vardır. D.Trump’ın ABD seçimlerini kazandıktan sonra dünyada artık geçerli olmaya başlayan politika “kimin gücü kime yeterse” olmuştur. Kanada’yı ABD’nin vilayeti yapacağını, Danimarka’nın toprağı Grönland’ı ABD’ye katacağını ilan eden, Panama’dan Panama Kanalı’nı ABD’ye vermesini isteyen, Filistin halkını tehcir ederek Gazze Şeridi’ne çöküp, Monaco’ya çevirme planı yapan D.Trump’tır. Avrupa’da ise birçok ülkede seçimlerde ırkçı, faşist partilerin iktidarda veyahut koalisyonda yer almaları, burjuvazinin artık eskisi gibi yönetememesi, kapitalist ekonomik krizin süreklileşmesi vb. gerçekler, 1929 Buhran yıllarını hatırlatmaktadır. 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı Operasyonu ile başlayan süreçten sonra ABD-AB’nin de desteklediği işgalci İsrail Devleti’nin, Gazze’ye yönelik başlatmış olduğu soykırım ile Gazze’nin haritadan silinmesi, halkın tehcire zorlanması, İran’ın siyasi ve askeri olarak desteklediği Hamas, Hizbullah gibi İslamcı örgütlerin ağır darbeler aldığı, Ortadoğu’da bütün planların İsrail’in güvenliği üzerine kurulduğu yeni bir süreç başlamıştır. İsrail, Ortadoğu’da lider bir güç haline gelmiş durumdadır. Hanedanlık-Krallık üzerine kurulu bütün gerici Arap devletleri, İsrail’in güvenliğini kabul etmek zorunda olup, kabul etmeyenler alaşağı edilip İsrail’in gazabından kurtulamamışlardır.

Bu politikaların kanlı sonucu olarak Libya, Irak’taki değişimlerden sonra en son Suriye’de BAAS rejimi yıkıldı. ABD ve İsrail’in bölgesel çıkarlarını savunmak üzere iktidara IŞİD artığı Colani çeteleri getirildi. Hemen ardından Alevi halkına, Hıristiyan azınlıklara karşı katliamlar başladı. Açıktır ki, bu saldırılar Türkiye’nin desteği ile yapılmıştır.

Devletin atmadığı adımlar ve Ermeni Soykırımı!

Demokratik devrimin görevleri arasında bulunan toprak, kadın, doğa ve tabiatın korunması, Ermeni soykırımı ile yüzleşme vb. yanında yüz yıldır halen çözüm bekleyen sorunların arasında en önemlisi Kürt ulusal sorunudur.  Kürt ulusal sorunu karşısında “devlet aklı”nın ve çözüm yolu daima “imha, inkar ve red” olmuştur. Türk “devlet aklı”na göre “Kürt sorunu yoktur”, “terör” sorunu vardır. Dahası bu soruna “dokunan yanar”. Olmayan Kürt sorununu “çözmek” için, Türk devleti yaklaşık bir trilyon dolar harcamış; yolu hapishaneden geçmeyen hemen hemen hiçbir Kürt kalmamış, 5 bini aşkın köy boşaltılmış, halk tehcir edilmiş, beş milyon Kürt yerinden yurdundan edilmiştir.

Yine olmayan “Kürt Sorunu”nun çözümü için devletin çağrısı ile başlayan süreçte, devlet tarafından açıklamalarda çözüme ilişkin görev ve sorumluluklardan bahsedilmezken PKK’nin “şartsız, koşulsuz” feshedilmesi istenmektedir.

Geçmişte yaşanan çözüm süreçleri hatırlanacak olunursa, Ermeni, Alevi, Roman ve Kürt “Açılım”larının fiyasko ile sonuçlandığını, AB ile müzakerelerde göz boyama, iç siyaseti tahkim etmek için bütün verilen sözlerden vazgeçildiğini yaşadık ve gördük. Dolayısıyla tüm bu süreçlerde günümüzün de devlet paradigması olan “tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek millet”in yürürlükte olduğu görülmektedir.

Yüz yıl önce Ermeni halkının başına gelenler uyarıcı derslerle doludur. 1915 Ermeni Soykırımı’na giden yolda yaşanan “ittifaklar, anlaşmalar, verilen sözler”den çıkarılacak sonuçlar önemlidir. 1915 Ermeni Soykırımı’na giden süreçte yaşananlar “Türk devlet aklı”na hiçbir zaman güvenilmeyeceği açık olarak göstermektedir.

Osmanlı’da Abdülhamit iktidarının devrilmesi sonrasında ilan edilen Meşrutiyet dönemi, İttihat ve Terakki Partisi ile Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (Taşnaklar) ittifak yapması, sözünde durmayan Jön-Türklerin iktidara hakim olduktan sonra 1915 Ermeni soykırımı ile homojen Türk devleti inşasına girişmeleri vb. gerçekler unutulmamalı ve dikkate almalıdır.

Otuz yıl iktidarda kalarak padişahlığını sürdüren Abdülhamit Han, “Kızıl Sultan” ya da “Kanlı Sultan” olarak tanınmıştır. Osmanlı-Rusya arasında yaşanan 1877-78 savaşlarından sonra, Osmanlı devleti toprak kayıplarına uğramış, bu yüzden anayasa ile hak ve özgürlükleri rafa kaldırarak koyu bir İstibdat Rejimi kurmuştur. Osmanlı Abdülhamit iktidarında Ermeni sorununu “reformlarla” değil kan dökerek ile çözmeye çalışmıştır.

Abdülhamit diktatörlüğünün devrilmesi amacıyla Paris’te toplanan muhalifler arasında, dönemin en güçlü ve örgütlü partisi olan Taşnaklar da vardır. Taşnaklar Prens Sebahattin’e mektup yazarak “mevcut rejimi devirmeye yönelik bütün çalışmalara katılmaya hazır olduklarını” ifade ettiler. Jön-Türkler bu öneriyi “bir Ermeni’nin bile yer almasından yanayız” diyerek kabul ettiler.

13 Mayıs 1908 Paris Kongresi’nde alınan kararlarda, Osmanlı ordusu içinde bulunan Jön-Türkler, Abdülhamit’in devrilmesi için harekete geçtiler. Sultan yenilgiyi kabul etti ve yönetimden çekildi. Meşrutiyet ilan edildi. Jön Türkler, Meşrutiyet’in İmparatorluk’ta yaşayan halklara “özgürlük, eşitlik, adalet” getireceğini ilan ettiler. Kamu önünde eşitsizliğe, din ayırımına, esaret ve baskıya son verileceği ilan edildi.

İzmir, Şam, Kudüs, Paris ve birçok merkezlerde Meşrutiyet’in ilanı sevinçle karşılandı. Osmanlı Hıristiyanlarının da temsil edildiği Meclis-i Mebusan kuruldu. Tutuklular serbest bırakıldı. Krikor Balakyan, Patrik M.İzmirliyan, Kirkor Zohrab, Prens Sebahattin gibi sürgünde yaşayan binlerce Ermeni, Van, Bitlis, Erzurum’a geri dönüş yaptılar. Yağma ve cinayetlere son verildi. Dağlarda dolaşan fedailer sevgi gösterileri eşliğinde şehirlere indiler. İttihat ve Terakki ile seçimlere katılan Taşnaklar, 30 mebus üzerinde anlaştılar. Fakat 14 sandalye “neylerine yetmiyor” denilince, hayal kırıklığına uğradılar.

Jön-Türkler’in gayesi Sultan’ı tahttan indirip ülkeye özgürlük getirmek değildi. Parçalanmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nu tekrar eski gücüne dönüştürmekti. Meşrutiyet’in sahte “özgürlük”, “barış”, “hürriyet”, “adalet” havasıyla zafer sarhoşluğuna kapılan Taşnaklar, gelecekte olacakları göremez duruma düştüler.

İttihat ve Terakki Partisi’nin gerçek yüzünü ve niyetini gören, Ermeni halkının bütün kesimleri tarafından önderliği kabul edilen Antranik Ozanyan olmuştur. Meşrutiyet’in ilan edildiği zaman Bulgaristan-Varna’da bulunan Ozanyan, Taşnakların kendisine mektup yazarak, “İstanbul’a gel, Meclis’te 50 Lira maaşla mebus ol” önerisine; “Ben ne padişah ne Talat ne de Enver’le dost olamam, el sıkışamam, siz gidin onlarla eğlenin, ben Türkleri tanırım. Yeni arkadaşlarınızdan sakının, onlar hem başınıza bela olacak hem de halkımıza zarar verecekler” diyerek karşı çıktı. Antranik Ozanyan’ın söyledikleri çok geçmeden önce 1909 Adana Katliamları ardından 1915’te yaşanan Büyük Felaket ile doğrulandı.

İttihat ve Terakki Partisi, devlet aygıtını ele geçirip, kimseye ihtiyacı kalmadığını anladıktan sonra Arnavut, Sırp, Yahudi, Çerkez, Kürt kimliklerine sahip “Türk olmayan” İttihat ve Terakki yönetici kadroları, “Türk ideolojisi”nin en keskin savunucuları haline geldiler. İttihatçılar gerçek niyetlerini Selanik’te yapılan gizli toplantıda açık ve net olarak dile getirdiler; “Anayasa’ya göre Müslümanlar ile kafirler arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır. Bu kesinlikle imkansız. Bütün grupların Osmanlılaştırılmasının sağlandığı güne kadar bir eşitlik meselesi olamaz… Bu da uzun zaman alacak çetin bir görevdir…” dediler. 20. yüzyılın başında 1915 Soykırımı ile Ermeni halkının Türkiye’deki varlığına son verilirken, Kürtlerin kaderi de I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra farklı olmadı. Soykırıma uğramadılar ama bugünlere gelene kadar halen Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş vaziyette ulusal kimliklerini kazanamadılar. Sevr (1920) ve Lozan Antlaşmaları (1923) sürecinde, Kürt ulusu, emperyalist devletlerin bölgesel çıkarlarına kurban edilerek bir statüye kavuşamamıştır.

Dün Ermeni Ulusal Hareketi, “özgürlük-adalet-eşitlik” sloganları ile yok edilirken bugün de aynı şekilde “Yeni Osmanlıcılık” hayalleri peşinde olan Kafkaslar ile Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren R.T.Erdoğan rejimi, dünyada ve Orta Doğu’daki jeo-politik gelişmeleri hesaplayarak “Türk-Kürt kardeşliği”, “Bin yıllık kardeşlik”, “emperyalizme karşı birlikte mücadele ettik” gibi yalanlarla tıpkı Ermenilerine yönelik propagandada olduğu gibi yanıltılmak ve kanlı bir tuzağa çekilmek istenmektedir.

Sevr ile Lozan süreçlerinde yaşanan siyasal gelişmeler önemlidir. Ve günümüz açısından dikkate alınması gereken dersleri barındırmaktadır. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na Alman emperyalizminin güdümünde giren Osmanlı, savaşın kaybedilmesinin faturasını ağır bir şekilde ödedi. İmzaladığı Mondros Mütarekesi ile ağır yükümlülük altına girdi. Savaş suçluları ile soykırıma bulaşmış eli kanlı katillerin yargılanması için mahkemeler kuruldu. Çift başlı yönetim altında bulunan Osmanlı, İstanbul Hükümeti ile başında Mustafa Kemal’in bulunduğu Ankara Hükümeti ile idare edilir duruma geldi.

Savaşı kazanan devletler, 18 Ocak 1919’da Sevr’de toplandı. Trakya, Ege Adaları, İzmir Yunanistan’a; Suriye, Çukurova Fransa’ya; Irak ve Filistin İngiltere’ye; Antalya ve çevresi İtalya’ya verildi ve en önemlisi Doğu’da Bağımsız Ermenistan ile Güneydoğu’da Kürdistan kurulması konusunda anlaşıldı. Kürt heyetini temsilen Şerif Paşa bulunuyorken, Ermenistan heyetini Boğos Nubar Paşa temsil etti.

İlk tepki Kürt aşiretleri Bedirhanlar ile Şemdinanlar’dan geldi. “Kürdistan sınırlarını içine aldığı”, “Ermeni gavurları ile anlaşıldığı” için anlaşmaya karşı çıktılar. Kürdistan Bağımsızlık Komitesi gönderdiği mektuplarda “Müslüman bölgelerini Osmanlı İmparatorluğu’ndan zorla ayırıp, bir Ermeni Devleti kurarsa, 24 saat içerisinde bu bölgede tek bir canlı Ermeni kalmayacağını” ilan etti.

Kürt-Ermeni yakınlaşmasını önlemek için Kürt aşiret reisleri toplanarak İstanbul Fransız Komitesi’ne protesto telgrafı gönderdiler. Telgrafta “Osmanlı tarihi boyunca Kürtler arasında hiçbir ayırım yapılmamıştır… Ermeniler tarafından katledilen Müslüman halkın % 80’inin Kürt olduğunu Boğos Nubar Paşa ile uzlaşan Şerif Paşa bilmiyor mu?” dediler.

Kürt Teali Cemiyeti Başkanı, Seyit Abdülkadir ile zengin bir kişi olan Şükrü Paşa ise Osmanlı merkezi otoritesini; “Türklere bu dar gününde onlara darbe indirmenin Kürtlere yakışmayacağını” şeklinde savundular. En önemlisi Kemalistler; bağımsızlık hareketlerine karşılık “Kürt kurtuluş mücadelesi Müslümanlığa karşıdır”, “İslamlar arasında kan dökülmesi günahtır… Hilafete bağlı olun” propagandası yaptı. Kemalistler kendileri İngilizler ile görüşüp gizli pazarlıklar yaparken Kürt bağımsızlıkçıları “İngiliz ajanı” ilan edip karalama propagandası yürüttüler.

Ermenilerin geri dönüşünün engellenmesi!

Mustafa Kemal önderliğinde, eski İttihatçıların da dahil olduğu “Kurtuluş Savaşı”, gerçekte emperyalist işgale karşı değil, başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere Hıristiyan halkın geri dönme ve çökülen malların geri alınması ihtimaline karşı yapılmıştır.

Ermeni, Rum ve Süryani Soykırımını geçekleştiren eski İttihatçı yeni Kemalistler; “İslam dinini, Kürt halkını yanlarına çekmek için kullandılar”, “din ve Allah uğruna cihat” çağrıları yapıldı. Kemalistlerin çağrısı, “İslam kardeşliği” ve “Ermenistan kurulacak” propagandası ile Kürtleri yanlarına çekmeyi hedefliyordu. Bu amaçlarında başarılı da oldular. Türkiye genelinde oluşturulan “Müdafa-i Direniş Dernekleri” ilkin Trabzon ile Erzurum’da kuruldu. Milli Müdafaa Cemiyetleri yaygın olarak “Ermeni ve Rum devleti kurulacak”, “Ermeni ve Rumlar geri gelecek”, “intikam alacaklar” propagandası yürüttüler. Türk eşrafı da Maraş’ta Fransızlarla görüşerek “Ermenileri istemediklerini” söyledi. M.Kemal de boş durmadı. Ve Kürt feodal aşiret ağalarına, “Ermeniler gelecek, mallarınızı ellerinizden alacaklar” propagandası yürütüldü.

Kuvay-i Milliye denilen örgütlenme içinde en tanınmışları Karadeniz’de Ermeni ve Rum katliamlarında görev alan, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı, Cumhuriyet döneminde de görevini yürüten Topal Osman’dır. Trabzon Müdafa-i Direniş Dernekleri kurucuları arasında yer alan Ahmet Barutçu, Yarbay Halit ile Yahya Kaptan’dır. Bu kişi aynı zamanda Mustafa Suphi ile 14 yoldaşının katledilmelerinden sorumludur.

Marmara Bölgesi, Adapazarı, İzmit illerinde görevli Kuvay-i Milliye kurucuları olan Dayı Mesut, Yahya Kaptan, Kara Aslan ile İpsiz Recep’tir. Ege Bölgesi birliklerinde görevli, Yunanlılara karşı direniş örgütleyen Albay Avni daha sonra milletvekili olmuştur. Bu kişi, Adana Ermeni katliamlarından dolayı aranmaktadır. Rum tehciri ve katliamlarında yer alan diğer kişiler Yüzbaşı Sarı Edip (Efe), Yüzbaşı Süleyman Sururi, Köprülü Hamdi Bey, Halit Paşa, İzmir Polis Müdürü Hacı Muhiddin’dir.

“Kurtuluş Savaşı” sonrasında da Ermeni ve Rum “tehlikesi” bir “tehdit” olarak kullanılmaya devam edilmiştir. 1922’de başlayan Lozan görüşmelerine Ankara Hükümeti adına Mustafa Kemal’in yardımcısı İsmet İnönü katılmıştır. Önceden hazırlıklı gelen Türkler, Doğu sınırında “Ermeni yurdu olamaz”, “olduğu takdirde görüşmelerden çekilecekleri” tehdidini ileri sürdüler. İ.İnönü, Lozan’da bütün konuşmalarına “biz Türkler ile Kürtler” şeklinde başlayarak, Kürtlerin desteğini kazandı. Kürtleri kazanmak ve “özerklik-bağımsızlık” gibi hareketleri engellemek için “din kardeşliği” öne sürüldü. Ermeniler azınlık bir halk olarak kabul edildi. Topraklarına geri dönmelerine kesinlikle izin verilmedi. Dönenler olduysa da mal-mülklerini geri almak isteyenler engellendi. Türk devletinin hakimiyeti tescillendi. Sevr’de emperyalistler tarafından Ermeniler ile Kürtlere verilen sözler ise yerine getirilmedi.

Kemalistler verdikleri sözleri unuttular. 1921’de Koçgiri halkı, ulusal talepler dillendirmeye başlayınca, Ankara Hükümeti bu taleplere çok sert tepki gösterdi. Merkez Ordu Komutanı olan Nurettin Paşa “Zo’ları hallettik, sıra lo’larda” diyerek Kürt halkına karşı, bugüne kadar devam eden kanlı politikayı başlatmış oldu. Şark Islahat Planları, Takrir-i Sukün kanunları ile Kürt ulusuna karşı imha ile yok etme, Türkleştirme programları hayata geçirildi. Türk devlet paradigması Dersim Katliamı ile devam ederken, eski İttihatçı yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ibretlik sözü asla unutulmadı; “Arkadaşlar, Türkiye Türklerindir, Türklere ait kalacaktır.”